Botan’ı, Cûdi’yi, Çiyayê Nimêjê’yi, Besta’yı, Kurdîstan’ın o görkemli dağlarını bir uçtan bir uca geçerken o patikaları, yarım kalmış hikayeleri, destansı direnişi hayal ettik ve öyle vardık Şırnak Cezaevi’ne. Orada Kurdîstan’ın kalbine hoş geldiniz sesiyle tanıştık Mehmet Tunç’la…
Mahsum Sağlam
Yaşamın karşımıza çıkardığı her şey zamanın unutkanlık sarmalında yitip gitse de unutulmayan ve tüm yaşamımız boyunca bizimle yürüyen ve bir bütünümüz haline gelen anlar vardır. Bazen yaralar güç de verir. Yaşamsal bağımızın o anlara bağlı olduğunu ve bizi derinden etkilediğini biliriz. Hatırladıkça tüm duyguların, hislerin, elle tutulamayan o maneviyatın bedenimiz üzerindeki olumlu-olumsuz etkisini hissederiz. Bu durumlarda “Unutmak ihanettir” sözünün hakikatiyle unutmaya karşı bir direnç içinde oluruz. Çünkü o anları unuttuğumuz gün insani tüm değerlerimizi de kaybedeceğimizin farkındayız. Yaşamımıza dokunup geçen yüzlerce insan tanırız, kimi kalıcılaşır, kimi de sadece küçük bir ayrıntı olarak kalır. Kurulan bağ yaşamsal olunca ilişkinin anlam derinliği daha bir önem kazanır. Yıllardır ortak bir mücadelenin etrafında bu kadar insanı birleştiren gücün Kemal Pir’in dediği gibi ‘ruhsal birliktelikten’ geçtiğini, kan bağını aşan, bizi yakınlaştıran temel dinamik olduğunu yaşayarak öğrendik.
Botan coğrafyasını ve halkını tanımadan Kurdîstan’ı tam manasıyla anlamak mümkün değil. Bu coğrafya tarihiyle birçok inancın kutsal kitaplarında yer etmiş, rivayetlere göre Nuh’un yaşamı yeniden kurduğu topraklardır. Şehr-i Nuh zaman içinde Şirnex adını alır. Cizîr ise medreselerin, ilim ve sanatın mekânı, direniş şehridir. Tüm bunların şekillendirdiği Botan insanı köy köy, ilçe ilçe, şehir şehir birbirinden farklılıklar gösterse de hepsinin ortak özelliği dağlı halkı Kurdiene’nin direnişçi öz çocukları olmasıdır.
Botan halkını tanıma hikayemiz tam da Rojava’da en yoğun savaşın yaşandığı döneme denk gelmişti. 2014’te Hatay Cezaevi’nden Şirnex cezaevine sevk edildiğimizde mavi ring aracında onca yürek sızısına rağmen, Kurdîstan’ın kalbine, Botan’a gitmenin heyecanı içindeydik
Kurdîstan’ın kalbine gidiyoruz
Botan halkını tanıma hikayemiz tam da Rojava’da savaş ortamının en yoğun yaşandığı döneme denk gelmişti. 2014 yılının son aylarında bir grup arkadaşla kendimizi Hatay Cezaevi’nin tecrit halinden kurtarıp Şirnex cezaevine sevkimizi kabul ettirdiğimizde Kurdîstan’a gitmenin sevincini yaşıyorduk. Henüz yirmilerinde Adana ve Mersin’de büyümüş olan gençler olarak Kurdîstan coğrafyasına özlem ve hayallerimiz içinde yola koyulduğumuzda, mavi ring aracında ülkeye gidişin bu haliyle olacağını düşünmemiştik. Yolculuk boyunca ring aracının küçük camından parmak uçlarından yükselerek dışarıyı izliyorduk. Rojava sınırından az ötede büyük bir savaşın yaşandığı Kobanê’ye yakın gittiğimizde buradaki sıcak savaş, elimizdeki kelepçeler ve tutsaklığımızın öfkesiyle yüreğimize koca bir kayalık gibi oturmuştu. Herkes burada savaşan çocukluk arkadaşlarından bahsedip nasıl yıldızlaştığını anlatırken, ben birkaç gün önce Kobanê’de yıldızlaşan Arin Dêrsim’in (Pelda Sağlam) taze acısını yaşıyordum. Bütün yol boyunca geçtiğimiz yerlerin yarattığı aidiyet hissi bu toprakların çocukları olduğumuzu kelepçeli ellerimizden yüreğimizin bam teline vuran şiddetli yürek sızısına rağmen, biz Kurdîstan’ın asıl kalbine, Botan’a gitmenin heyecanı içindeydik.
Ateş tandırında tutsak mı?
Çözüm sürecinin devam ettiği bir dönemde bir yandan da savaş devam ediyordu. Gece karanlığı çöktüğünde Mêrdîn’e varmıştık. Gece Cizîr’den geçmekten ürken kolluk tarafından “Yol güvenliği yok, bu saatte yolculuk yapamayız” denilerek o gece Mardin Cezaevi’ne götürüldük. Ringten iner inmez hepimizin gözleri Mêrdîn’in eşsiz güzellikte parlayan gerdanına takıldı. Ağır ağır yürüyerek biraz daha fazla bu şehrin güzelliğini izlemek istiyorduk. Gayri ihtiyari ağzımdan “Kartpostallar yalan söylemiyormuş” sözleri çıkıverdi. Bir gece kaldığımız bu cezaevinde misafir olduğumuz koğuşta sabaha kadar şarkı ve sohbetlerle geceyi sabah etmiştik. Şafakta yola çıkarıldığımızda kendi ülkemizde esaret altında olmanın yaşattığı ruh hali, bu dünyanın adaletsizliğinin öfkesi yıllar önce okuduğum bir makalenin başlığını anımsatmıştı; “Ateş kendi tandırında mülteci olur mu?” Mülteci değil ama tutsaktık ve bu tutsaklık bu topraklarda özgürce yaşayabilmek için ödenen bir bedeldi. Her günün savaşla geçtiği o günlerde hepimizin o an için ortak hayali birilerinin şu ring aracının önünü kesip bizi şu tutsaklıktan kurtarmasıydı. Tutsaktık ama işte hayalimiz tutsak değildi…
Gabar ve Cûdî’nin sonsuzluğu
Nisêbîn’den geçerek Cizîra Botan’a vardığımızda hepimizin dilinde “Hey Botan Botan Botan e, şerê me li ser te giran e” şarkısı vardı. Kitaplardan okuduğumuz büyük kahramanlıkların yaşandığı dağların görkemi karşımızda duruyordu. Gözümüzü ne Gabar’dan ne de Cûdî’den alabiliyorduk. Başka duygu yüreğimizi kaplamış, orada birilerin varlığı bizi mutlu ediyor ve tutsaklığımızı unutturuyordu. 40 yılda kimler bu dağlara ayak bastı ve ne kahramanlıklar yaşandı kim bilir. Bir destan öyküsünün tam içinden geçiyor gibiydik. Patikaları hayal ettik, toprağa düşen ter damlasını, az ötede yaralı bir ceylanın kan izlerini, yarım kalmış hikayeleri, ertelenmiş buluşmaların sevinci ve zılgıt seslerini hayal ettik. Dağlar sevincimizi arttırmış, kıpır kıpır eden yüreğimiz elimizdeki kelepçelerin varlığını unutturmuştu. Ring aracındaki daracık kabine sonsuz özgür olma hissiyle sığamıyorduk.
‘Kurdîstan’ın kalbine hoş geldiniz’
Şırnak Cezaevi tam bir dağın tepesinde kuruluydu. Askeri tugayın içinden geçerek cezaevine gidiliyordu. Karşımızda Çiyayê Nimêjê (Namaz Dağı), biraz ötede Cûdî ve Besta vardı. Cezaevine girdiğimizde yeni yüzler ve yeni yoldaşlar tanımanın heyecanı vardı. Hepimizi ikişer ikişer ayrı ayrı koğuşlara dağıttılar. Götürüldüğüm koğuşun kapısında beklerken içeriden sesleri duyabiliyordum. Koğuş kapısı açıldığında beni ilk karşılayan arkadaş büyük bir coşku ve moralle “Win bi xêr hatin dilê Kurdîstanê” (Kurdîstan’ın kalbine hoş geldiniz) diyerek karşıladı. Sanki bir cezaevinde değil de bir ev sahibinin edasıyla karşılanmıştık. Bir an olsun cezaevini unutturan büyülü bir söz gibi gelmişti bize. Mehmet Tunç’la ilk karşılaşmamız onun o gür sesinden çıken bu sözlerle olmuştu.
Botan’ın güzel insanı
İlk andan itibaren Mehmet Tunç’un sıcaklığını ve etkisini en güçlü yanıyla hissetmiştik. Botanlıların tüm toplamı gibiydi Tunç. Ben yeni bir insan türüyle karşılaşmış gibi Botanlıları izliyordum. Her sorduğum soruya ‘Hey libê’ (efendim-buyurun anlamında kullanılır) demeleri o kadar naif ve hoşuma gitmiştik ki doğal olarak bir süre sonra aksanınız değişiyor ve onlar gibi konuşmak istiyorsunuz. O gece tanışma faslı, yeni yüzler görmenin mutluluğu hakimdi. O gece gelişimizin sebebiyle moral gecesi düzenlendi. Mehmet Tunç yüreğimizi delip geçen Botan gırtlağının eşsiz tınısıyla Şahino’yu söylerken Cizîr Mîr Beglerinin şevbihêrk gecesine götürmüştü bizi. Sesi hala kulağımda çınlarken Şahino stranı kendi yaşam hikayesinin bir parçası gibiydi.
‘Zeynebim Zeynebim’
Bütün gece ezgiler, oyunlar, skeçlerle Botanlıların sanatsal yönü beni derinden etkilemişti. Nereden esti bilmiyorum, o gece bağlama çalıp “Zeynebim” şarkısını söylediğimde Mehmet Tunç’un derinlere daldığını fark ettim. Sonraki günlerde herkes havalandırmada volta atarken beni koğuşta bağlamayla yakaladığında “Zeynebim” türküsünü söylememi isterdi. Ben de her defasında geri çevirmeden söylerdim. Ezberlediğinde birlikte defalarca söyledik. Bu ezgiyi sevmesine şaşırmış, sürekli yalnızken bana söyletmesine başlarda anlam verememiştim. Sonradan eşinin isminin Zeynep olduğunu öğrendim. Goethe’nin “Ben aşkım için her şeyi göze alırım ama ülkem için aşkımı da feda ederim” sözü tam da Tunç’un sevdasına karşılıktı. Tunç böyleydi, ülkesi için her şeyi göze alacak fedai bir yüreğin sahibiydi.
Geç kalınmışlık duygusu
Aynı ranzayı paylaşıyorduk, soluğumuzu ve hareket edişlerimizi dahi hissettiğimiz demir ranzada ben üstte o da alt tarafta yatardı. Kurduğumuz ilk günkü bağla paylaşımlarımız kısa zamanda çok hızlı ilerlemişti. Kurdîstan tarihini anlatan kitapları başucunda tutardı. Sabahın beşinde uyanır okumaya başlar, notlar alırdı. Kalemin kağıt üzerinde çıkardığı hışırtılarla uyanırdım. “Zaman mı yetmiyor sana” derdim, o da geç kalmışlığın verdiği duyguyla ve Kurdîstan’ı yeniden keşfetmenin heyecanıyla Kurdîstan tarihini okurdu. Kutsal gelirdi ülkesini tarihini öğrenmek, “ben daha önce bilmiyordum” derdi ve daha fazla okur, daha fazla yoğunlaşır ve daha fazla içselleştirirdi. Ülkesi, dili ve halkına olan bağlılığını ve sevdasını öğreniyordu. Öğrendiği hikayeleri anlatır, paylaşırdı. Tarihsel karakterler ona heyecan verirdi.
Aynı ranzayı paylaşıyorduk, soluğumuzu ve hareket edişlerimizi dahi hissettiğimiz demir ranzada ben üstte o da alt tarafta yatardı… Tunç’un tahliye olurken bıraktığı üç şeyi hiç bırakmadım. Tahta küçük kütüphane, başımın altında hiç eksik etmediğim kahverengi yastık kılıfı ve bir defter…
Cizîr davası tahliye haberi
Cezaevinde zindanlaşma hastalığı denilen bir şey vardır. Kişi tutsaklığı başta sorgularken artık “rehabilite olur” ve kabul eden bir pozisyon alır. Zindanın yarattığı psikolojik çöküntü yaşamında somutlaşır. Bir de zindanda başka bir yaşam kurup zindanı düşüncede yok eden, yaşama moral veren maneviyatı güçlü tutan, zindan duvarlarını yıkan insanlar vardı. Bu tür insanların mücadelenin devam ettiğini hatırlatan bir yanları vardı. Mehmet Tunç gibi yaşama enerji ve moral katan insanlarla cezaevi süreci daha yaşanılır bir yer haline gelirdi. Volta sohbetlerine dahil eder, gür sesiyle yan koğuşlara dengbêji şarkılar söyler, böylesi arkadaşların tahliyesi geride kalanlarda bir boşluk hissi yaşatır, alışmak zaman alır. Mehmet Tunç KCK Cizîr davasında tutukluydu ve yargılama Meleti’de devam ediyordu.
Haber saatinde İMC TV’yi izlediğimiz bir akşam, altyazıda Cizîr KCK davasından ara kararla tahliyeler olduğu ve isimleri sıralanmıştı. Tek tek isimleri okuyorduk. Mehmet Tunç’un ismi yoktu. Gardiyanları çağırıp tahliye olanların arasında Mehmet Tunç’un ismi var mı diye kontrol etmelerini istedik. Birkaç defa baktılar, mahkemenin gönderdiği yazıyı bize gösterdiler, Mehmet Tunç’un ismi yoktu. Tüm aileler tahliye olanları karşılamak için cezaevinin kapısına gelmiş, bekliyorlardı. Tunç’un ailesi ve çocukları da gelmişti. Elimi omuzuna koydum ve belki de teselli olabilmek için “bir sonraki mahkemede seni de bırakırlar” dedim. Oturduğu yerden bana dönerek biraz kısık bir sesle, “Ben kendimi düşünmüyorum heval, çocuklarıma üzülüyorum. Herkesin babası çıkınca bizim babamız nerde deyip üzülecekler” dedi. Bu sözlerden sonra sustum, gözlerimi kaçırdım ondan ve o gözlere bakamadım. Aradan iki ay geçtikten sonra Meletî’de mahkemeye gitmişti. Tahliye olmasını arzuluyorduk ve gece saat iki-üçe kadar merdivenlerde oturup onun gelmesini bekledim. Kapı açıldı ve büyük bir sevinçle içeriye girdi. Gözleri parlıyordu, sarıldık. Tunç bu kez tahliye olmuştu. Tüm koğuşu uyandırıp onu güzel bir şekilde uğurlayıp son sözlerimizi vererek yolculadık. Giderken yastık kılıfını, baş ucundaki tahta kitaplığı ve müzik defterini bana bıraktı.
Hayat film değil, gerçek
Sistemsel olarak devlet aygıtının tekçiliği dayatan eşitsiz düzeninde yaşamak istemeyen insanların yaşam biçimi olarak özerkliği talep etmek kadar doğal bir hak yoktu. Demokratik ulusta hiçbir kimliğin üstün olmadığı, ortak düşüncede bir aradalık sağlanarak yaşam mümkün. Şehirlerdeki özerkliğin ilanı hakkında özel savaşın etkisinde olanların negatif değerlendirmelerini her duyduğumda, bu insanların o süreçte katledilen insanlarımıza karşı ihanet içinde olduğunu düşünürüm. Düşüncede böyle olduklarını inkar etseler de objektif olarak buna çıktığının farkında değillerdi. Özerkliğin ilanıyla yollar kapanmış, aileler görüşe gelemiyordu. Bizler dışarıdan gelecek her bilgiye açtık. Zindana girdiğim 2010 yılı itibariyle dışarıda olan biten, gelişen onca şey halen bir film sahnesinin kesitleri gibi gelir bana. 10 yılda biten bir film. TV ve radyodan haberleri takip etme imkanı olsa da çok sınırlıydı. Çatışmaların başlamasıyla tutuklamalar artmıştı. Daha çok yeni tutuklananlardan bilgi almaya çalışıyorduk. Küçük radyomuz bizim bütün dünyamızdı. Haber saatinde herkes o küçük radyonun etrafında toplanırdı. Cizîr ve Silopiya’da yaşanan savaşa dair haberleri bekliyorduk.
Mehmet Tunç’un sesi
Dalıp gittiğimiz bir anda Mehmet Tunç’un sesiyle irkildik. Sesini duyduğumuzda heyecanlandık. Ajitasyon dilini çok iyi kullanırdı, hatta öyle ki bir açık görüşte sandalyenin üzerine çıkıp cezaevinde yaşanan hak ihlallerini öyle bir ajite etmişti ki annelerin ağladığı anlatılır. Mehmet Tunç’un radyoda duyulan sesi bu kez, “Beyaz bayraklarla çıkmayacağız, diz çökmeyeceğiz” diyordu. Teslimiyeti kabul etmiyordu. Kurdîstan tarihinde diz çökmeyenleri iyi biliyordu ve onların geleneğinin sürdürücüsüydü. Bir yandan bu destansı duruşa hayran kalırken, diğer yandan durumun nereye evrileceğini düşündük. Haberler bittiğinde herkesin koyu bir sessizliğe gömüldüğünü fark ettim. Voltalar sessizleşmişti, kimse konuşmak istemiyordu. Mehmet Tunç’la hepsinin anıları vardı. Cizîr bodrumlarında yaralıların olduğunu ve her gün, her saat başı haberlere bağlananlar durumlarına dair bilgi veriyor, yaralılar için koridor açılmasını ve ambulans gönderilmesini talep ediyordu. Kaldıkları binaların adresini veriyorlardı, her şey açık ve çıplak bir şekilde biliniyordu. Meclis’te canlı yayında seslerini veriyorlardı. Devlet tüm gücüyle bodrumları ateşe vererek kirli insanlık dışı bir emelini devreye soktu. Bodrumlarda katliam gerçekleşirken katledilenlerin sesini duyduk. Bundan öte daha acı ne olabilirdi? Tarihin en barbar haline tanıklık ederken tüm dünyanın yaşananlara sessiz kalması ve hala bu sessizliği devam ettirmesi devlet aygıtının ortak çıkar ve benzer uygulamalarının kanıtıydı. Mehmet Tunç ve kardeşi Orhan Tunç birlikte o bodrumlarda katledilmişti. O güne dair aklımda sadece küçük bir ayrıntı kaldı. Mehmet Tunç’un annesinin yalın ayak o sokaklarda oğullarına koşmasıydı.
Müzik defteri ve anneye şiir
Mehmet Tunç’un tahliye olurken bıraktığı üç şeyi hiç bırakmadım. Tahta küçük kütüphane, başımın altında hiç eksik etmediğim kahverengi yastık kılıfı ve içinde şarkıların yazılı olduğu bir defter. Bazen bize küçük ve basit gelen şeyler sonradan çok değerlileşen şeylere dönüşüyor. Hatta öyle ki bütün bir hikayenin ana teması gibi durur.
Bu satırları yazacağımı hiç düşünemezdim. Mehmet Tunç’un bıraktığı küçük defter de sıradan bir kırtasiye defteriydi. Başlangıçta çok bir anlamı yoktu. İçinde birkaç Kürtçe stran ve şiirler vardı. Defterin son yapraklarında “Annem için” adlı bir şiir vardı. Şiir, Agit Küçük tarafından annesine hitaben yazılmıştı. Agit tahliye olunca bu defteri Mardin Cezaevi’ndeyken birlikte kaldığı Mehmet Tunç’a verir. Mehmet Tunç da Şırnak Cezaevi’nden tahliye olunca bana bıraktı. O defteri hiç kullanmadım ama hiç atmadım da. Sürekli yanı başımdaki tahta kitaplıkta dururdu. Agit Küçük ve abisi Adil Küçük de Mehmet Tunç ile birlikte Cizîr bodrumlarında yıldızlaştılar. 2020’de tahliye olduktan sonra o döneme dair haberleri okurken Agit’in annesinin röportajına denk geldim. Yolum tekrardan o kutsal topraklara düşerse o defteri ve içindeki şiiri anneye ulaştırma sözüm burada dursun.
Burada yazdıklarımın çok daha ötesinde kelimelerimin gücünün yetmediği anlar da yaşandı elbette. Her birinin hikayesi başkaydı. Onları bir araya getiren, belki de hepimizi ortaklaştıran direnişin şimdilerde “Özgürlük Yürüyüşü”yle çok yakın olduğunu hissediyoruz. Mehmet Tunç ve onlarcasını anarken, asıl özgürlüğümüzü sağladığımızda toprağın altında ve üstünde özgürlük halayının çekileceğini biliyoruz.
Annem İçin
Çaresiz bir takvimde özgürlüğe gün sayarken
Anne anne sana haykırıyorum duy sesimi
Yavaş yavaş ölürken bu dört duvar arasında
Bir siyah gözlerim değişmedi anne
Anne neyin pişmanlığını duyuyorum biliyor musun?
Hani boynu bükük beni bekliyorsun ya!
Seni bekletmenin pişmanlığını duyuyorum
Buraya giriş tarihini hiç unutmadım
Çıkış tarihini sorma bilmiyorum, söylemiyorlar anne
Ne yaptım biliyor musun anne?
Senin için güldüm, senin için güldüm anne
Ağlanacak halime senin için güldüm
Sadece siyah gözlerim değişmedi anne
Seni bıraktığım gibi görebilmek için
Saygı ve sevgilerimle hoşçakal…