Örtecek bir avuç toprak bulunamıyor, olsa toprağı eşeleyecek bir el uzanmıyor. O henüz yokluğun düşüne girmezken, daha kuşku nedir bilmez yüreği susmayı seçmezken, dalgın ve yitik, bir onu görürdü gözler, sarılmaya değer bir onu duyardı toprak. Gözlerin göremediği bir uzaklık şimdi, toprağın sezemediği bir bekleyiş. Yağmur içlenmiş, mevsimler göçmüş, kökler yokluğuna izlerini silmiş. Konacağı yeri bilemeyen bir hüzünle yaşıt uykusuzluğu, gece ve gündüzünü yitirmiş bir rüzgar bitkinliği gözleri. Defnedilemeyen çocukların ülkesinde o, ateş ve suyun dengesini bulduğu kimsesiz bırakılmış masalların devredilemeyen iç sesi.
Geleneğin kalıntısı karanlık öğütleyen ağızlar öğütüyor öyküsünü. Çılgınca dinlenmek isteyen bir rüzgâr, aldırmadan vurup geçiyor. Külleri ve gömülmemiş ataların toplu kemikleri, akşam olmadan özlüyor son şölenlerini. Evinin sevincine vurulmuş ölü çocuk, şimdi söyleyecekmiş gibi kalan o upuzun, ilk sıcaklığına bölünmüş uykusuz kelimeleri susuyor. Adaklar, tapınaklar ne işe yarar? İliğe işlenmiş ateş, göçmüş ruhun soğukluğuna boyun mu eğer? Kanlı sunaklarda putların önünde rahiplerin duaları, kâhinlerin öngörüsü genişliğince bir uykusuzluk onunki. Dirisi beklendi, ölüsü de gelmedi. Yüz çizgileri git gide seyreldi, uçucu kül beyazlığı örtündükleri. Vaktiyle yalnızca acıya gülümsediği anlara sarardı, soluksuz kaldığı anılar. Sonra eskidi, azaldı, uçup gitti ve sonra hiç bilinmedi. Çok düşününce hiç yaşamadığı söylenebilirdi. Çelik çekmecelerde ağırlaşan pas ve bir tutam yanık kokusuydu tüm yaşam izleri. Dirisi gelmedi, ölüsü için morg kapılarında mor yağmurlara eskimek gerekti.
İsteksiz değildi kavramaya, toprak, hükümsüzlüğüne çaresiz. Dolu, ağzına dek dolu ıssız koyaklar. Kanyonlar, yarılmış mercan göğüsleri; geçitler, çağlayanlara ayrılıp dökülen kızkardeşlerinin saçları. Derinlere işleyen bakışlarını su niyetine geçiren kireçtaşıydı, incelmiş yüzlerini ölümsüzlük diye içmiş kumtaşı. Ağrısı çekilmemiş bir yara, hissedilmemiş bir yalnızlık içinde gömülmeyi dileyeceği sadece dilsiz, duyusuz ve yıldızsız bir gece miydi? Yaşadıklarından geriye ona kalan bir sınırsız, yalnızca bir sonsuz göğün safran sessizliği. Ölüden çok, sanki böğrüne saplı okla yaşayanın o gri örgülü düşleri içinde. Orada, gömülmeden kalmış atalarının yanı başında, öylece uzanmış yatıyor. İki yeminle bağlı birbirine, onu vuranla onu gömecek olan. İz süren, uğruna dövüştükleri; hançeresini yarıp açan düşman hançerinde, yaslandıklarının parmak izleri. Bunu hiç bilemedi, o yüzden kederden yana endişesiz, acıya, gurur zengini Troia mağlupları kadar ilgisiz şimdi.
Bu suçlu topraklardan çekip gitmeli, bu lekelenmiş, bu aşağılanmış konukluğa bir son vermeli. Bir bıçak, bir kuyu, belki de bir dalga boyu. Nemli gece uzaklaşıyor, batan yıldızlar çağırıyor. Vergilius söyletiyor, Aeneas inliyor: “Nasıl yere serdi Grekler Troia’nın gücünü, içler acısı krallığını?” Hangi taş yürekli tutabilir artık, kargılanmış çocuk gövdelerini dalgalarında yüzdüren kadınların gözyaşlarını? Bizi hiçbir şey iyi edemez aynı ürperişte, bizi hiçbir şey sınayamaz artık aynı tehlikede. Büyük fırtınalar, kudurmuş denizler. İşte parçalandı pruva, keder bayrağı gibi ucunda sallanıyor, çocuk bedenlerin asılı kaldığı sivri kayalıklarda. Gidecek bir yer de yok, gömülecek toplu bir utanç da. Şimdi hafif, artık kimseler taşımıyor o eski yükü. Ve incitici gelmiyor, korkutucu bulunmuyor, eziyet edilmiş gövdeler, etinde dost bıçağı dönerken kendi bildiğinde kalmış o saflığından öpülesi dağınık yüzler.
Öfkeli dalgaların kaptığı pusulasız, yıkık dökük kadırgalar gibiyiz. Morg kasalarında, yanmış ağaç köklerinin altında, palamut kabuklarının bağrında ölülerini kimsesiz bırakalı, varacak bir ülkesi olmayanlarız. Usulünce öpülüp kapatılmamış o gözler izliyor ve bizi toprağa bağlayan ipler kopuyor. Kıyıdan ayrılıyoruz, tutuşan dağlar küçülüyor, yanan kentler geri geri geri yürüyor ve karanlığın içine işleyen o yumuşak ışıklar sönüyor. Ölüsünü gömecek bir avuç topraktı, ama bunu utancına sayacak o gururlu halk artık yaşamıyor. İşte batıyor kadırga ve sonrasını dilini yalnız rüzgarın, yaprakların ve karıncaların bildiği açık kalan o çocuk gözler söylüyor.