Maden, kereste, turizm ve enerji şirketleri Türkiye ve Kürdistan’ın tüm dağlarına, ormanlarına, tarım arazilerine, sularına, zeytinliklerine gözünü dikmiş durumda. Özelde Artvin, genelde Karadeniz’in diğer illeri, yıllardır bu vampirliğin en vahşi biçimleriyle olduğu kadar buna karşı gelişen halk direnişleriyle de simgesel anlamlar kazandı.
Bu simgesel anlamlardan biri, kapitalist vampirin kendisini yenilemesine fırsat tanımadığı doğanın böğrüne ellerini daha saldırgan biçimde daldırmasına karşı verilecek mücadelenin bastırılması için şiddetin tüm biçimlerinin devreye sokulmasının göze alındığını ifade eder. Çünkü karşı karşıya olduğumuz gerçek, kapitalizmin yeni bir birikim modeline geçme çabası ve bu modelde doğanın da en az emek kadar kritik bir anlam kazanmasıyla doğrudan ilişkilidir. O açıdan da doğanın ticari bir nesne hâline getirilmesinde gözü dönmüş bir saldırganlıkla karşı karşıyayız.
Bu gözü dönmüş saldırganlık karşısında gelişebilecek her direnişi, isyanı büyümeden, yol gösterici birer simgeye dönüşmeden ezmek, burjuvazi ve faşist rejim için yaşamsal önemdedir. Bunun için de çetelerin, devletin asker ve polis gücünün, siyaset ve sivil bürokrasisinin kolektif olarak örgütledikleri, yol verdikleri, giderek daha kararlı bir nitelik kazanan bir saldırganlıkla karşı karşıyayız.
Artvin’in Hopa ilçesine bağlı Cankurtaran bölgesinde Ustabaş firması tarafından yapılmak istenen mesire alanı projesinde (ki bu proje asıl olarak maden yağması için orman kırımının önünü açma projesidir), ağaç kesimini durdurmak için gidenlere açılan ateş sonucu köylülerden Reşit Kibar’ın hayatını kaybetmesi bu gidişatta önemli bir eşiği ifade ediyor. Yine Artvin’deki HES projesine karşı mücadelede simgeleşmiş öğretmen Metin Lokumcu’nun polisin biber gazlı saldırısında hayatını kaybetmesine ilişkin olarak açılan davada yargılanan 13 polis hakkında verilen beraat kararıyla köylülere kurşun sıkılmasına vardırılan saldırganlığın çakışması tam da bu nedenle tesadüf değildir. Doğasını ve hayatını savunan halkın direnişine karşı daha saldırgan biçimlerle çıkılacağının altını çizen bir çakışmadır söz konusu olan.
Dahası, Kibar’ın katledilmesinde kullanılan silahın sahibi olan Fikret Merttürk’ün tutuklanmaması ya da saldırıdan kısa süre önce bakan eskisi AKP’li Faruk Çelik’in bölgede yaptığı toplantı ve orman işletme müdürünü arayıp “Bu proje bir an önce başlayacak, Yunus Merttürk ne diyorsa onu yapacaksınız.” demesi, saldırı anında jandarmanın adeta seyretmesi, olay anında orada bulunan ve gerçekleri avazı çıktığı kadar yüksek sesle haykıran Halkevi yöneticisi Dursun Ali Koyuncu’nun ev baskınıyla gözaltına alınıp tutuklanması, nasıl organize bir yağmacı saldırganlıkla karşı karşıya olduğumuzun göstergesidir.
Emperyalist kapitalizmin sınırlarına dayandığının alenileştiği her etapta kendisini yenileme kabiliyeti, ancak ve ancak doğanın, insanın daha fazla sömürülmesine yönelik birikim modelleri geliştirmesiyle olmuştur. Şimdi yine öyle bir döngünün içindeyiz. Tıkanan ve kendisiyle birlikte dünyayı da yok oluşa götüren karbon yakıtlara dayalı üretimin yerine sözüm ona “yenilenebilir enerjiyi” kurtarıcı olarak pazarlamaktadır. Karbon yakıtlardan vazgeçilerek dünyanın yok oluşa gitmesini önleyeceklerini iddia eden emperyalist kapitalist vampirler sürüsünün önlem olarak getirdikleri yenilenebilir enerji biçimlerinin sürdürülebilmesiyse doğanın bugüne kadarki vahşi sömürüsünün geometrik olarak büyümesi anlamına geliyor.
Kapitalizm tarafından kullanışlı bir ticaret alanına dönüştürülen küresel ısınma, sermaye için yeni bir birikim alanı olarak işletilen bir süreçle iç içe geçiyor. Ambalaj parlak: Dünyanın yok oluşunu yenilenebilir enerjiyle önleyeceğiz! Ama o yenilenebilir enerjinin üretilmesiyse yine gelip nadir elementlerin yağmalanması için dünyanın delik deşik edilmesine dayanıyor.
Türkiye ve Kürdistan’ın birçok bölgesine kurulan ve kurulması planlanan GES’ler, HES’ler, RES’ler ve buralarda üretilen enerjinin depolanması bu elementler olmazsa mümkün değil. Elektrikli otomobil pilleri ya da santrallere gerekli lityum için darbe teşebbüslerine bile başvurulduğunu biliyoruz. Bolivya’da peş peşe örgütlenen darbelerin gerekçesi bu. Aynı gerçek Afrika’da askerî darbelerin arka planında da karşımıza çıkıyor. Bu sadece Türkiye için değil, tüm kapitalist dünya üretimi ve pazarı için de böyle. Türkiye’de karşılaştıklarımız, bu kritik sürecin sadece bir halkası.
Artvin’de olup bitenler, dünya kapitalist sisteminin kurmaya çalıştığı bu düzende doğanın yağmasının kazandığı kritik anlam ve öneme uygun olarak karşılaşılacak her türlü direnişin tüm şiddet biçimleriyle ezilmeye çalışılacağının somut ifadesidir.
Buna karşı Artvin’de gelişen halk direnişiyse bu çatışmaların bundan sonra nasıl bir karakter kazanacağının göstergesidir. Sistem açısından stratejik anlam kazanan bu yağmacı yenilenme, yeni bir birikim modeli yaratma zorbalığı, daha militan ve kitlesel bir mücadeleyle karşı durmayı zorunlu kılmaktadır. Artvin bu açıdan bir mevzidir, o mevzinin güçlendirilip genel bir toplumsal duruşa dönüştürülmesiyse kaçınılmazdır. Yoksa ne tarım kalacak ne orman ne nehir ne deniz!..
Bu mücadele, Reşit Kibar’ın ölümüne neden olan silahın sahibi olan Fikret Merttürk’ün projeyi köylülere anlattığı bir videoya yaptığı yorumda kullandığı “Sen ve seninle olanlar eğer orada bir ağaç keserseniz o gün hoca benim selâmı okuyor olacak. Sana ve ekibine bu kadar net konuşuyorum.” netliğini gerektiriyor. Bu netliğin devamı olarak Kibar’ın katillerine ait marangoz atölyesinin ateşe verilmesiyse kararlılıkta ısrarın örneği olarak önümüzde duruyor.
Artvin doğa yağmasına karşı direnişte yeni bir çıta koydu. Türkiye ve Kürdistan coğrafyasında her gün bir yenisiyle karşılaşacağımız doğa katliamına karşı direnişte bu çıtayı aşağı düşürmemek lâzım.