Arap edebiyatının en güçlü yazarlarından Abdurrahman Munif, beş ciltten oluşan Tuz Kentleri (Mudun Al-Milh) başlıklı roman serisinde, adı anılmayan ama Suudi Arabistan olduğunu bildiğimiz bir ülkede, petrolün keşfiyle birlikte yaşanan toplumsal ve çevresel yıkımı anlatır. Munif’in Türkçe’de yayınlanmış tek bir kitabı var, o da ilk romanı “Ağaçlar ve Merzuk Cinayeti”. Tuz Kentleri gibi bir başyapıtın hâlâ çevrilmemiş olmasını anlamak zor, ya da bana göre tek açıklaması şu: Dilimize bu kadar doladığımız bir coğrafyayı anlamaya dönük samimi bir merakın eksikliği. Neyse, bu başka bir yazının konusu…
Tuz Kentleri bir vahanın tasviriyle başlar. Çölün ortasında, yerin altından fışkırmış veya gökten düşmüş gibi duran, suyun ve toprağın cömertçe yeşillendirdiği, palmiye ağaçlarıyla bezeli, arada karavanların uğradığı fantastik bir mekan. Adı üstünde, çölde bir vaha. Yazar, Gözler Vadisi adlı bu vahada yaşayan yerlileri de şöyle tarif eder romanın ilk sayfalarında: “Vadinin insanları nezaketle takıntının tuhaf bir bileşimine sahip olmalarıyla tanınırdı. Barışçı ve mutlu, fazla bir karşılık beklemeden yardım etmeyi seven, ama bazen tembelliğe ve hulyaya meyilli insanlar.”
Hayat kendi olağan seyrinde akarken, bir ara bir takım yabancı adamların (yerlilerin ifadesiyle ‘ifranj’lar; haçlılara gönderme yapan, bizdeki Frenk’e yakın anlamda bir kelime) çölde cirit attığı kulaklarına çalınır. Yabancılar bölgede su aradıklarını iddia etmektedir, lakin suyu nerede nasıl bulacağını en iyi bilen çöl insanları elbette bu yalana inanmaz. Havada bir uğursuzluk sezerler, huylanıp emire çıkarlar ama bir sonuç elde edemezler. Daha kötüsü yabancıların kalıcı olduğu anlaşılır.
Derken bir anda çölün ortasında, bir kıyamet alameti gibi buldozerler ve iş makineleri belirir… Bundan sonrası, sadece vadideki hayatın değil, bütün bölgenin kaderini kökten değiştirecek olan petrol endüstrisinin trajik hikâyesi. Suud ailesinin gaddarlık, riyakarlık ve emperyalist işbirlikçilik üzerinde yükselecek olan petro-despotik saltanatının tarihi böyle başlar.
Kitap serisinin başlığındaki ‘tuz kentleri’, kumdan kaleler misali denizin ilk dalgasıyla eriyip gidecek olan petrol zengini kentleri ima eder. Yazarlıktan önce kendisi de uzun süre petrol sektöründe çalışmış, Suudi bir baba ile Iraklı bir annenin çocuğu olarak hayatı Amman, Bağdat, Beyrut, Paris, Şam arasında sürgünlerde geçmiş olan Munif, petrolün bölgenin gelişebilmesi için kullanılabilecek bir kaynak iken Suudilerin elinde tersine despotizmi, bağnazlığı ve köleliği besleyen yıkıcı bir araca dönüşmesinin hikâyesini anlatır burada.
Suudi Arabistan Krallığı adlı korku imparatorluğu (bir ailenin adıyla anılan başka ülke var mı dünyada?), hızlı kazanılmış paranın nasıl bir yozlaşma, toplumsal çürüme ve karanlık üretebileceğinin, baskıyı finanse etmekte cömertçe kullanılabileceğinin, ayrıca halkının ezici çoğunluğu sefalet içinde yaşarken sultayı elinde tutan zümrenin bu imtiyazını kaptırmamak için ne kadar ileri gidebileceğinin anıtsal bir örneği.
Naçizane önerim, AKP’nin 16 yılda besleyip semirttiği yeni sınıfın ve ona sessizce boyun eğen geleneksel Cumhuriyet burjuvazisinin ruh haline biraz da bu gözle bakalım. Petrolün yerine devlet hazinesini, kamu mülklerini, banka kredilerini, ülkenin doğal kaynaklarını koyunuz, tanığı olduğumuz bu pervasız yağma ve gaddarlığın arka planı gün gibi çıkar ortaya. Her geçen gün yeniden öğreniyoruz, bu kolay serveti ellerinde tutmak için yapamayacakları şey yok.
Fakat usta yazarın dediği gibi, bu türden sefahat kaleleri tuzdan inşa edilmiştir, o yüzden tarihin ilk dalgasında yıkılmaya mahkumdur.