Salgın döneminde Sağlık Bakanlığı tarafından oluşturulan Bilim Kurulu toplum üzerinde öyle olumlu etki bırakmış ki hükümet, “Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi” adı altında kıdem tazminatı hakkını ortadan kaldırmak için de benzer bir “bilim kurulu” oluşturacakmış!
Bilindiği gibi salgın başından beri, sermayenin ve siyasi iktidarın çıkarları doğrultusunda “tek adam”ın ağzından çıkan kararlarla yönetildi. Bilim Kurulu denilen kurumun vitrin mankenliğinden öte bir etkisi olmadı. Bu haliyle toplumda nasıl olumlu bir etki bıraktığı anlaşılır gibi değil. Neyse konumuz bu değil. Kıdem tazminatı hakkının gasp edilmesine “bilimsel” kılıf uydurma gayretini ele alacağız bu yazıda.
Ekonominin ve siyasi arenanın egemenleri, bilimi ve akademiyi toplumun kolaylıkla kabullenmeyeceği politikaları meşrulaştırmanın aracı olarak görmüşlerdir her daim. Çok bilinmez ama yeniden gündeme gelen kıdem tazminatının fona devredilerek tasfiye edilmesini ilk gündeme getiren ve bunun alt yapısını oluşturan da, bugün kurulmak istenen gibi bir “bilim kurulu”dur.
Tarih, 2001’in Şubat ayıdır. Hani şu cumhurbaşkanının, başbakana anayasa kitapçığını fırlatmasının ekonomik krize neden olduğunun iddia edildiği günler… Hükümette DSP-MHP-ANAP koalisyonu, Çalışma Bakanlığı koltuğunda ise Yaşar Okuyan vardır. 7 Şubat 2001’de Bakan Okuyan ile işçi ve işveren konfederasyon başkanlarının katılımıyla gerçekleştirilen toplantıda işçi tarafını temsilen Türk İş, Hak İş, DİSK tarafından belirlenen birer; işveren tarafını temsil eden TİSK tarafından belirlenen üç ve hükümet tarafından belirlenen üç akademisyenden kurulu dokuz kişilik bir “bilim” kurulu oluşturulur. Bu toplantıda hazırlanan protokolle taraflar “Bilim Kurulu’nun oy birliği ile hazırlayacağı metnin, herhangi bir çekince ileri sürülmeden taraflarca kabul edilmiş sayılacağı” taahhüdünü kabul eder. Bunun anlamı, sendika yöneticilerinin temsil ettikleri işçilerin iradesini, isminin önünde akademik ünvan bulunan birkaç “bilim” insanına devretmesidir. Üstelik bu karar, konfederasyonları oluşturan sendikaların bile bilgisi olmaksızın, antidemokratik biçimde alınmıştır ve karar uzunca bir süre sendikalardan ve kamuoyundan saklanmıştır.
Bilim Kurulu’nda yer alanlar, 1980’lerde “iş hukukunun amacının işçilerin haklarını korumak” olduğunu söyleyen “hocalarımız”dı. İşte o hocalar, sendikalardan da aldıkları yetkiyle, Türkiye ve dünya işçilerin yüz yılı aşkın süre, zorlu mücadelelerle elde ettiği kazanımları ortadan kaldırıp kuralsızlığı kural haline getiren yeni bir iş kanunu ile birlikte kıdem tazminatının fona devredilerek işlevsizleştirileceği bir taslak hazırladı. Bu taslağın, 4857 sayılı İş Kanunu haline gelmesi, Derviş’in alt yapısını hazırladığı birçok düzenleme gibi 2003’te AKP’ye “nasip” oldu! Bu AKP’nin uluslararası ve ulusal sermaye karşısında kendisini ispat ettiği ilk önemli sınavdı. Sermaye karşısında “emekçileri koruyan değil, esnek ve güvencesiz çalışma rejimini inşa eden, sermayeye emeği dilediği gibi sömürme özgürlüğü veren İş Kanunu” yasalaşırken, kıdem tazminatına ilişkin taslak, o süreçte gündeme getirilmedi.
Aradan geçen 17 yılda ne zaman emekçilerin haklarını gasp eden bir düzenleme gündeme gelse beraberinde kıdem tazminatı da getirildi. İşçi sendikaları, her defasında “Kıdem tazminatı kırmızı çizgimizdir” açıklaması yaptı. Ama kıdem tazminatıyla birlikte getirilen ve aslında esnek ve güvencesiz çalışmayla kıdem tazminatını da işlevsiz hale getiren düzenlemelere diren(e)medi, kabullendi.
Salgının yarattığı kaos ortamında kıdem tazminatı bir kez daha, “Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi” adıyla gündeme getirildi. Bu kez hükümet, 4857 sayılı İş Kanunu’nun hazırlık sürecindeki taktiği kullanarak, emekçilerin ellerinde kalan bu son hakkı da “bilim kurulu” kisvesi altında gasp etmeye niyetleniyor. Basına yansıyan haberlere göre geçen hafta Erdoğan’ın Türk İş ve Hak İş başkanları (DİSK başkanı çağrılmamış) ve sermaye temsilcileriyle yaptığı toplantıda bu yönde bir karar alınmış. Anlaşılan o ki; bu iki konfederasyonun başkanı, 2001’de olduğu gibi yine işçinin iradesini birkaç “bilim” insanına devrederek, yıllardır “kırmızı çizgimizdir” dedikleri kıdem tazminatının ortadan kaldırılmasının sorumluluğundan sıyrılma hesabı içindedir.
Emekçilerin, uğruna büyük bedeller ödeyerek yıllar süren mücadelelerle elde ettiği hakların, sendika bürokrasisinin “işçi sınıfının iradesini birilerine devrederek gasp edilmesini meşrulaştırması” kabul edilemez!
İşçi sınıfının iradesine ipotek koyan sendika ağalarından kurtulmasının; haklarına ve iradesine sahip çıkmasının zamanı çoktan gelmiştir. Türk İş ve Hak İş başkanlarıyla benzer bir tutum içinde olan Barolar Birliği başkanına karşı avukatların, baroları aracılığıyla mücadelesi, işçiler için de ilham kaynağı olmalıdır.