Türkiye kamuoyu, Joe Biden’dan Erdoğan’ın sarayına aylardır bir türlü gelmek bilmeyen telefonu konuşurken bir de üzerine ABD Dışişleri’nin Türkiye İnsan Hakları raporu yayınlandı. Raporun oldukça detaylı ve Trump dönemindeki raporlara göre acımasız olduğu gözleniyor. İki hafta içinde de Ermeni Soykırımı tasarısı ile Türkiye yeniden gündeme gelecek. Erdoğan’ı kaygılandıran bir diğer zorluk, Mayıs’ta yine ABD’de başlaması beklenen Halk Bankası davası. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, bir de demokrasi ve otokrasi blokları arasında seçim yapma zorunluluğuyla karşı karşıya kalınabilir. Gelmekte olduğu ilan edilen ‘Biden Doktrini’ bunu gerektirecek. Biden’ın bu hamlesinin yaratacağı etkinin, geçmişte Truman Doktrini’nin dünyayı şekillendirmekte oynadığı rol ile kıyaslanacak kadar önemli olduğu anlaşılıyor.
Harry Truman, 1947 yılında ABD’nin 20. Yüzyıl boyunca kimliğini belirleyecek olan ‘Truman Doktrini’ni ortaya attı. Buna göre dünya, ‘hür dünya’ ile ‘demirperde ülkeleri’ olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Soğuk savaş, nükleer silahlanma yarışı, anti-komünizm, Latin Amerika ülkeleri başta olmak üzere üçüncü Dünya ülkelerinde gerçekleşen askeri darbelerle dolu yarım yüz yıldan fazla bir tarih dilimi, bu doktrin tarafından biçimlendi.
Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve Doğu Bloku’nun dağılması, bu doktrini yürürlükten kaldırırken, ABD dış politikası ile birlikte Amerikan halkının ben ve öteki algıları yeni bir rota arayışına girmiş oluyordu. 1990’da Irak’ın Küveyt’i işgali ve ardından gelen ABD müdahalesi, ‘tek kutuplu dünya’ ve ‘Pax Americana’ tezlerini gündeme getirdi. Ama, Amerikan kimlik algısı açısından yeni bir düşman imgesi oluşmuş değildi. İşte Samuel Huntington’un ‘Medeniyetler Çatışması ve Yeni Dünya Düzeninin Oluşumu’ tezi, ilk kez bu atmosfer içinde yayınlandı ve yaygınlaştı. 11 Eylül 2001 saldırıları, bu yeni tez çerçevesinde algılandı ve ‘İslamcı terörizme’ karşı küresel bir savaş başlatıldı. Afganistan’da Taliban rejimine açılan savaş ve ardından Irak’ın işgali, medeniyetler çatışmasının kristalize olmuş yansıları olarak düşünüldü.
Ama bu müdahaleler sonucu İslamcı terör olarak adlandırılan olgu, Ortadoğu ve dünya genelinde ortadan kalkmak yerine daha da yaygınlaştı. Avrupa’da halen bir tehdit olmayı sürdürüyor. Dahası, medeniyetler çatışması üzerine oluşturulacak bir doktrinin, çok-kültürlü Batı toplumlarının dokusunu zedelediği, beyaz ırkçılığı ve fanatik Hıristiyanlığı körükleyerek Batı demokrasilerini tehlikeye attığı görüldü. Soğuk savaş sonrası yeni bir küresel doktrin arayışı, belli ki noktalanmış değildi.
Yeni ABD yönetiminin, bu arayış içinde demokrasiler ve otokrasiler olarak yeni bir bölünme ekseni yaratma yolunda olduğu görülüyor. Joe Biden, bu yıl içinde bir ‘demokrasi zirvesi’ toplayacağını dünyaya duyurdu. Bu zirvenin bir tartışma forumu olmaktan çok yeni bir doktrin çerçevesinde 21. Yüzyıl’ı belirleyecek bir küresel kimlik deklarasyonu işlevi göreceği anlaşılıyor. Demokrasi/otokrasi ikilemi, bir yandan ABD ile Çin arasında tırmanan ticaret savaşı ile, öte yandan da Putin önderliğindeki Rusya ile Avrupa Birliği ülkeleri arasında bitmeyen gerginlik ile örtüşüyor. Biden, bir röportajda Putin için ‘katil’ nitelemesini yaptı; Çin devlet başkanı Xi Jinping için ise ‘vücudunda bir tek demokrat kemik bile yok’ ifadesini kullandı.
Geçen hafta ‘Foreign Policy’ dergisinde yayınlanan bir makale, Biden’ın demokrasi zirvesi ile önüne koyduğu hedefin Truman doktrinini, dünyanın geleceğini belirleyecek yeni bir doktrin ile güncellemek olduğunu öne sürüyor. Biden doktrini, demokratik saydığı ülkelerle bir birleşik cephe kurarak otokrasi kampının yıkılması için mücadele etmeyi, ABD’nin yeni stratejik hedefi olarak belirleyecek.
Katılımcı ülkelerin insan haklarının korunması, demokrasinin ilerletilmesi ve yolsuzluğun ortadan kaldırılması kriterleriyle ölçüleceği anlaşılıyor. Bu durumda, bu demokrasi zirvesinin hangi ülkeleri dışarıda bırakacağı şimdiden önemli bir merak ve tartışma konusu. Kapitalist dünyanın Trump’dan ve Putin’den ilham alarak otoriterleşme süreci yaşamakta olan sağ popülist rejimlerinin de ‘demokratik’ ülkeler arasında yer alıp almayacağı soruluyor. Financial Times, Filipinler devlet başkanı Duerte ile Erdoğan’ın adlarını birlikte anarak bu soruyu sordu. Her ikisi de seçilmiş başkanlar. Fakat Duerte’nin, muhaliflerini hapsetmek ve ölüm mangalarını teşvik etmek gibi icraatları vurgulanırken Erdoğan için ise ‘muhalif önderleri ve gazetecileri hapsediyor’ ifadesi kullanılıyor.
Biden doktrininin ilan edileceği demokrasi zirvesi, 1975 Helsinki Deklarasyonu’nun imzalandığı Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı’na benzetiliyor. Temel demokratik ilkelerin hayata geçirilmesini amaçlayan Helsinki Deklarasyonu, Türkiye ve Sovyetler Birliği de dahil olmak üzere 35 ülke yönetimi tarafından imzalanmıştı. İmzacı ülkeleri düzenli olarak izleyerek raporlayan komiteler oluşturulmuştu. Asıl olarak SSCB ve Doğu Bloku ülkelerine yönelen bu izleme/raporlama faaliyeti, bu ülkelerde muhalif hareketlerin güç kazanması ve giderek bu rejimlerin çöküşü sonucunu getirdi.
Öyle görünüyor ki, Biden yönetimi güdümündeki küresel yapılanma içinde Türkiye devleti önemli demokratik reformlar yapmaya zorlanacak. Ya da kendini; Kuzey Kore, Filipinler, Rusya ve Çin’le birlikte demokrasi düşmanı ‘otokrasi kampı’ içinde bulacak.