En çok Filistinlinin göç ettiği ülkelerden biri olan Lübnan’daki mülteci kampları kapatılmak isteniyor. Kamplarda yaşayanlar yoksulluğa mahkum edilse de Filistinli Suat Abdurramman, ‘Kamplar bizim hafızamız’ diye sesleniyor. Beyrut’ta yurtsuzluk ve direnişin hikâyesi…
Fatma Koçak/Beyrut
Ortadoğu’nun çözülmeyi bekleyen iki özgürlük sorunundan biri Filistinliler, diğeri malumunuz olduğu üzere Kürtler. Karmaşık ancak bir o kadar sade aslında bahsedilen. Egemen, güç ve iktidar sahiplerinin siyasetinin satranç tahtasındaki piyonlardan bahsetmiyoruz. Yerinden yurdundan edilmiş, kendi topraklarına yabancılaştırılmış kitlesel insan kıyımından söz ediyoruz. 1948 yılında İsrail’in kuruluşunun ardından Filistinliler için ‘Nakba’ yani ‘Büyük Felaket’in başlangıcıyla milyonlarca insan yerinden yurdundan edilerek dünyanın dört bir yanına dağıldı. Birleşmiş Milletler’in (BM) resmi verilerine göre mülteci olarak yerinden edilen Filistinli sayısı 5 milyonu buluyor ve dünyada en fazla mülteci olan halk Filistinliler. Lübnan 1948’den itibaren en çok Filistinlinin göç ettiği ülkelerden biri. İsrail’in saldırıları sonucu mülteci olarak yaşadıkları kamplardan ikisi, Şatila ve Sabra yerle bir edildi. Halen Lübnan’da Filistinlilerin yaşadığı 12 kamp bulunuyor. Şatila, Maves, Beddewi, Nahr Barid, We Will, Ayn el Havla, El Baas, Burc el Semali, Raşiddiye, Jelil, Dubai ve Burc el Barayneh bu kamplardan bazıları. Aslında toplam sayı 14 ancak bu kamplardan ikisi Tel Zaater ve Nabatiye Filistinli örgütlerin kendi içinden çatışmaları ve İsrail saldırıları sonucu yıkılmış ve dağıtılmış.
Sürgünün trajedisi
Bütün şehirlerde olduğu gibi önyüzü sahte ışıklarla aydınlanan Beyrut’un arka sokaklarına yaptığınız yolculukta Filistin trajedisini bir kez daha anlıyorsunuz. Ülkenin tabir yerindeyse ‘ikinci sınıf yurttaşı’ ve ‘bütün kötülüklerin müsebbibi’ olarak görülüyorlar. Ne kadar tanıdık bir hikâye değil mi? Çünkü Lübnanlılar İsrail’in kendilerine saldırılarının sebebi olarak Filistinlilerin ülkelerine gelmesinde görüyor ve onlara örtük bir nefretle bakıyorlar. Örneğin Filistinli iseniz doktor, avukat, öğretmen olamazsınız. Belirlenmiş meslekler -ki onlar da çok kısıtlı- dışında bir iş yapmanıza izin verilmiyor. Lübnan’daki Filistinlilerin mülteci statüsü veraset yoluyla çocuklarına geçiyor. Akademik mesleklerde çalıştırılmıyorlar ve kendilerine Lübnanlılardan daha az ücret ödeniyor. Geçici bir mülteci kimliği çıkarılmış ancak onunla seyahat etmeniz şartlara ve bazı özel izinlere bağlanmış. Ancak bu kimliği alabilenlerin sayısı çok az çünkü karşılaşılan zorluklardan kaynaklı kimse bu kimliği çıkarmak istemiyor. Lübnanlı sosyalist düşünceyi benimseyen bir sosyolog olan Dona’nın tabiri ile “Sıkıştırılmış, sığıntı ve yoksulluğa mahkum” kamplardan birine giriyoruz.
‘Evleri de elektrik çarpar’
Burc el Barayneh girişinde Filistin özgürlük mücadelesinin lideri Yaser Arafat’ın fotoğrafı ve direnişte yaşamını yitirenlerin fotoğraflarıyla dar bir kapı karşılıyor. Ve ilerlemeye başlıyoruz, iki insanın zor geçtiği, adeta kimsesizlikten ve yoksulluktan birbirine sığınmış insanlar gibi duran evlerin arasından ilerliyoruz. Kimliksiz, en basit yaşam ihtiyaçlarının bile karşılanmadığı koşullarda, derme çatma evlerin dar sokaklarından geçerken ‘yurtsuzluk’ ve ‘sığıntı’ olmanın nasıl bir şey olduğu insanın yüzüne yoksulluk ve yoksunluk olarak çarpıyor. Daracık sokakların hemen üstüne su hortumları, telefon ve elektrik kabloları sonradan eklenmiş, birlikte geçiyorlar. Bir kadın uyarıyor: “Burada çok insan öldü, yağmur yağdığında insanı bırak, evleri elektrik çarpıyor. Çok tehlikeli, yabancısınız galiba, dikkatli olun.” Nefessiz sokaklarda patlamış su boruları ve kopmuş elektrik kabloları altında oyun oynayan çocuklar her şeyi anlatıyor aslında. Ve önünden geçtiğimiz küçük derme çatma dükkânın sahibi bir başka uyarıyı yapıyor yabancı olduğumuzu gördüğünde: “Bazı binalar aşırı nemden çökmek üzere, dikkatli olun.”
Tesadüfen hayatta kalmak
Mültecilik biraz da tesadüfen hayatta kalmak olsa gerek. Derme çatma üst üste yığılmış gibi duran evlerin kapıları birbirine açık. “Bir insan hikâyesini dinlemektir bazen bir halkı anlamak” denilir ya, sokaklardan ilerlerken hikâyeyi anlatıyor kendisi de bu kampta dünyaya gelen ve şimdi 50’li yaşlarında olan Suat Abdurrahman. 1948’de ailesi Filistin’in küçük bir köyünden düşmüş sürgün yollarına. Annesi ülkesinin özgürlük davasını her yerde anlatmış. Amerika’dan Avrupa’ya konferanslara katılmış ama ‘gel burada yaşa’ diyenleri reddetmiş. Suat annesinin anısını anlatarak başlıyor: “Annem 90’lı yaşlarında artık yürüyemiyor ama Filistin davasını anlatmak için her yere gitti. Amerika’da bir gün bir gazeteci ‘Sana ne versek Filistin’den vazgeçersin’ diye soruyor. Annem düşünmeden, ‘Tüm Amerika’yı üstüme tapulasanız da ülkemin bir karış toprağına değişmem’ diye yanıtlıyor. Her yerde anlattı işgali, özgürlüğü. Ben de burada doğdum, çocuklarım ve torunlarım da burada doğdu.” Kampta kadınlar, çocuklar, yaşlılar ve gençlere yönelik eğitim ve sağlık hizmetleri veren Filistin Kadın Hakları Derneği (PWHO) çalışanı Suat, 75 kadınla birlikte kampta gönüllü hizmet verenlerden.
Yurtsuzluğun acısı
Suat kısa bir Filistin tarihi ile başlıyor konuşmaya ve ardından mültecilik, yurtsuzluk ve direnişi anlatıyor: “Lübnan’da 500 bin Filistinli var. Devlete göre bu sayı 150-200 bin arası. Bu bir politika ancak, bizim verilerimize göre 500 bin mülteci Filistinli var bu ülkede. Ama bizim için sayı önemli değil sorun önemli. Biz zorla buraya geldik, baskı altında topraklarımızı terk etmek zorunda kaldık. Sayı ile insanların kafasını karıştırmaya çalışıyorlar. Filistinlileri gittikleri yerde toplum içinde asimile edip Filistin’i unutturmak istiyorlar, yani ülkemizin işgal edildiğini ve yerimizden edildiğimizi… Bizim için aslolan Filistin davasıdır ve bu tarihi hiç unutmamak için uğraşıyoruz. Biz hiçbir ülkenin vatandaşlığını istemiyoruz. Filistinliyiz ve ne kadar beklersek bekleyelim topraklarımıza dönmek istiyoruz. Bize burada mülteci pasaportu verdiler. Serbest dolaşım hakkımız yok. Dünyanın her yerine giderken sorun çıkıyor ancak Arap ülkeleri dahi Filistinli olduğumuzu duyduğunda ülkeler kabul etmiyor. Çok örgüt var burada, Filistin üzerine çalışıyor para alıyor ancak bizim toplumumuza hizmet etmiyorlar.” Suat çok fazla yaşadıkları zorlukları anlatmak istemiyor çünkü ona göre “Her şeyin sebebi işgal ve kurtuluşun tek yolu bedeli ne olursa olsun direniş.” Ve bunu belki de tüm dünyaya meydan okuyan şu cümlelerle dile getiriyor: “Biz kimsenin bize ağlamasını beklemiyoruz, sadece dünya biraz adaletli olsun istiyoruz. Olmayacağını da biliyoruz.”
‘Hafızasızlaştırmak istiyorlar’
Uzun bir sessizlikten sonra “Bizi en iyi siz anlarsınız. Kürtler ve Filistinliler aynı şekilde topraklarından koparıldı” diye derin bir nefesle söze yeniden başlayan Suat, kampların Filistin’in hafızası olduğunu ve buraları terk etmeyeceklerini vurguluyor. Suat ‘komplo’ olarak nitelediği tehlikeyi de şöyle anlatıyor: “Yeni bir siyaset var ve kamplar ortadan kaldırılmak isteniyor. Bu kamplar şahittir, biz utanmıyoruz, buraya gelenleri şerefle karşılıyoruz. Geldiklerinde onlara gerçeği, Filistin sorununu anlatıyoruz. Bu kamplar Filistin’e dönüşümüzün gerekçesi ve şahididir. Şimdi kamplarımızı kapatmak istiyorlar, ‘entegrasyon’ adı altında bizi hafızasızlaştırmaya çalışıyorlar. Bu ülkelerin kendi aralarında anlaştığı bir şey, biz buna karşı şahidiz, bu kamplar bizim şahitliğimizdir. O yüzen bu kampları kaldırmaya çalışıyorlar. Koşullar ne kadar zor olursa olsun biz bu kamplarda kalacağız. Burada yaşıyor olmak bizim utancımız değil şerefimizdir, direndiğimizin şerefidir.”
Direnişçi iki halkın mensubu: Fatın
Dernek merkezinde diğer kadınlarla tanışıyoruz. Bunlardan biri olan Fatın Azad, Kürt olduğumuzu öğrendiğinde hemen söze giriyor ve “Benim de aslım Kürt, düşünün hem Kürdüm hem Filistinli. İki özgürlüğe aşık direnişçi halkın mensubuyum” diyor gülerek. Kampta doğup büyüyenlerden Fatın da yaptıkları çalışmalar hakkında bilgi veriyor: “Dernek Doktor Ülfet Mahmud’un hayaliydi. Kendisi de bizim gibi bu kampta büyümüştü. 1993 yılında kadınlar olarak birlikte kurduk. Bizler içinden geldiğimiz topluma bir şeyler yapmalıyız dedik ve böylece başladık. Filistin toplumunda iyi bir etki yaptık. Bu dernek kadını güçlendirdi ve ona güven verdi. Biz özellikle dezavantajlı gruplara yönelik hizmet veriyoruz; kadınlar, çocuklar, yaşlılar ve gençler. İlk olarak çalışan kadınların çocuklarını bırakacağı bir okul açtık. Kreş gibiydi ve kadınlar çocuklarını bırakıp çalışmaya gidebiliyorlardı. Kadınlar kimlik sıkıntısı yaşadığı için sağlık hakkına erişemiyor ve kampta bebek ölüm oranları yüksek. Bunun için projeler geliştiriyoruz ve gönüllü sağlıkçılarla burada çalışma yürütüyoruz. Gençler özellikle uyuşturucuya yöneliyor, bunu önlemek için bilinçlendirme ve eğitim çalışmalarımız var. Yine meslek kurslarında genç kadınların meslek sahibi olması için kurslar düzenliyoruz.”
Işıklı caddeler ve arkası…
Burc el Barayneh Kampı 1948’de ‘Nakba’yla gelen Filistinliler için gösterilen yerlerden biri. 30 yıl çadırlarda yaşamış insanlar ve daha sonra elektriksiz, susuz, derme çatma birbiri içine geçmiş evler yükselmiş zamanla. Hali hazırda 40 bine yakın mülteci yaşıyor, insan yaşamını idare ettirebileceği asgari şeylerin bile ‘yok’ hükmünde olduğu bu yerde. Beyrut’un ışıklı caddelerinden geçip kentin güneyinde Sport kenti ile Halabi bölgesi arasına gelip de geniş bir caddeden geçerken, “Sıradan bir şehir” diyerek bir sokağa girdiğinizde, hiç de ‘sıradan’ olmayan bir mülteci yoksulluk karşılıyor sizi.