Perişan Akan*
Orta Çin’in ekonomik, eğitim ve ulaşım merkezi olarak tanımlanan Wuhan’da başladığı düşünülen salgın dünya pazarının aralıksız hareketliliği sayesinde neredeyse tüm dünyaya yayılmış durumda. Salgının görünür etkileri coğrafyalarına doğru yaklaştıkça gümrüklerdeki yapay sınır kapılarını kapatma kararı alan ulus devletler virüsün tüm dünyayı pasaportsuz; mevcut uçak ağıyla, ticaret gemileriyle, turist valizleriyle hatta belki hoş bir ilkbahar meltemi yardımıyla çoktan fethettiğini fark ettiler.
Milliyetçilik, komplo teorileri ve sosyal medya
Virüs ilk nerde ortaya çıktı, neden önce bize söylenmedi, yarasaları kim yedi, İtalyanların o saatte orda ne işi vardı polemikleri bir yana ulusal çapta alınan önlemler ve her ülkenin bayrağına eklenen vaka/ölü sayıları yeni bir dalga milliyetçiliğin habercisi olabilir. Kimi ülkeler ekonomi ve turizm notlarını düşürmemek adına vaka sayılarını gizlemekle suçlanırken AB’nin bu süreçte kendilerini desteklemeyişini çok sert bir şekilde eleştiren İtalya gibi ülkelerde birlikten ayrılma tartışılır oldu. Öte yandan virüsün yayılma sebebini Yahudilerde, Müslümanlarda ya da Afrika kökenlilerde gören faşist toplulukların sayısı ve demeçleri de azımsanmayacak düzeyde. Fiili saldırılar ve dışlama haberleri de ajanslara düşmeye başladı.
Salgın döneminin neredeyse tek iletişim ve eylem alanı olarak sosyal medyanın bu minvaldeki ırkçılığa ve linçlere katkısının yanı sıra müthiş bir dezenformasyon yarattığını da görüyoruz. Çiğ yarasa yenen fotoshoplu fotoğraflar, ölüm nedenlerinin virüs değil de 5G olduğunun gizli bilgisini verip, silinme tehlikesine karşı hemen 10 kişiyle paylaşılması gereken videolar, X hastanesindeki doktorun komşusunun whatsapp ses kaydıyla bildirdiği son durum; derken her gün yüzlerce fake haber, spekülasyon, komplo teorisiyle boğuşmak zorunda kalıyoruz.
Komplo teorilerinden en yaygın olanı virüsün insan üretimi olduğu, laboratuvarda geliştirilip dünyaya salındığı yönünde… Bu iddialar iki amaca dayandırılıyor;
Birincisi; dünya pazarında ve uluslararası siyaset arenasında dengeleri lehine değiştirmek isteyen süper güç ülkelerden biri böyle bir virüs geliştirdi, diğer dünya ülkeleri güç kaybederken kendisi ya çok az etkilenecek ya da zaten tanış olduğu virüse karşı daha önce geliştirdiği aşısını-ilacını piyasa sürüp voliyi vuracak… Virütik organizmaların çok hızlı mutasyona uğradığı ve silah olarak tasarlayanı dönüp vuracak düzeyde güvenilmez ve kontrol edilemez bir ajan olduğu düşünüldüğünde Covid-19 = biyolojik silah iddiası pek makul görünmemekte. Bununla beraber kapitalist rejimler krizi fırsata çevirmek ve etkilenen ekonomilerinin açığını kapatmak için kolları sıvamış ve zaman zaman çirkefliğe varacak düzeyde aşı-ilaç rekabetine girişmiş bulunmaktalar. Alman ilaç şirketinin aşı çalışmalarını iki katı para ödeyerek kendi ülkesine çekemeye çalışan ABD buna bir örnek..
İkinci amaç; özellikle batı toplumundaki toplumsal yaşama yeni bir çeki düzen vermek, bir hayli geniş olduğu düşünülen bireysel özgürlükleri sınırlandırmak, toplumun düzene ve devlete ihtiyacı olduğunu hatırlatıp itaatkar boyun eğen bir toplum yaratmak. Bunun için son 20 yılın sihirli sözcüğü “terör” henüz etkisini yitirmemişken ve bir yandan sağcı-faşizan yönetimleri güçlendirip diğer yandan tüm dünyaya modern köleler olarak Ortadoğuluları takdim etmede kullanılırken böylesi bir amaç için virüse ihtiyaç yok gibi görünüyor.
Sokağa çıkma yasağı talep etmenin, fiziki temas kurallarına riayet etmek için nizami yürüyüşlerin , herkesi tek bir tipe dönüştüren ve tek başına koruyuculuğu tartışmalı olan maskeleri takmanın yarattığı militarist toplum görüntüsü beraberinde ciddi tartışmalar getirdi. Beden politikalarından tutalım, hasta olma hakkına kadar… Devletin ilan etmekle yetindiği bu kurallara neredeyse hiçbir zorlaması olmadan bizim riayet eder hale gelmemizden ziyade tartışmamız dert etmemiz gereken devletlerin zorla bu kurallar dışında tuttuğu kesimler. Silah zoruyla olmasa da (sağlıkçıların istifa etmesi yasaklandı ama işten atılmaları serbest) açlık tehdidiyle milyonlarca işçi fabrikalarda çalışmaya hastalanmaya ve ölmeye devam ediyor.
Aynı gemide miyiz?
Korona öncesinde de iş cinayeti karnesi pek parlak olmayan Türkiye’de ölümlerin yaş grupları, sosyo-ekonomik durumları, meslekleri açıklanmasa da (sağlık meslek örgütleri sağlık çalışanlarına dair verileri kendi örgütlü yapılarıyla toparlıyor) virüsün herkese eşit bulaşmadığını biliyoruz; aylardır evinden çıkmak zorunda olmayanlar ile her sabah iş servislerine doluşup göstermelik korunma yöntemleri le çalışmaya devam edenlerin maruz kalacağı virüs yükü kıyaslanamaz. Covid-19 bildiğimiz anlamda bir ırkçılık gözetmese de biyolojik ırkçılık yaptığını söyleyebiliriz. İyi beslenemeyen, çok çalışan, kötü koşullarda yaşayan stres altındaki işçi sınıfının bağışıklığı ile tuzu kuru besili tosunları bir tutamayız. Pazarlık konusu edilip on binlercesi sınır kapılarına yığılan ve sağlıksız kamp koşullarında yaşayan mültecileri hiç katmıyoruz bile bu bahse.
Görünür tek gündemin Covid olduğu bir dönemde herkese beyaz maske taktırıp toplumun kendini sahte bir güven duygusuna kaptırmasını bekleyen iktidar hiç duraksamadan yoluna devam ediyor. Hepimiz aynı gemideyiz sloganı tekrarlanırken; infaz yasasıyla adaletsizlik, sınır ötesi operasyonlarla ölümler ve doğa tahribatı, mezarlıklara saldırı ile toplumsal kırılmalar körükleniyor. Burjuvaziyle de Türk milliyetçiliği ile de aynı gemide olmadığımız ve virüs ortak düşmanlığından dostluk çıkaramayacağımız aşikar.
Faşizm virüsü ile zaten tanışız
Bununla beraber 2016 yılından bu yana kadın eylemlerini saymazsak tek tük basın açıklamasını bile az sayımız gereği fiziksel mesafeyi gözeterek yaptığımız sokaklarımızın bugün elimizden alındığını iddia edemeyiz. Yüzlerce siyasetçi, belediye başkanı, gazeteci içerdeyken, yıllardır sistematik bir şekilde tecrit sürdürülürken eve kapatıldığımızı bunun faşizmin habercisi olduğunu hiç söyleyemeyiz.
GSM operatörleri, sosyal medya hesapları, ortam dinlemeler, gizli kameralar, muhbirleştirilen toplum ile devlet her an her adımımızı takip edebilecek durumdayken salgın ortamında artık daha çok kontrol edildiğimiz bilgisi sadece biraz daha temkinli olmamızı hatırlatabilir. Akıllı telefonlarımıza GPS gireli on yıllar olduğu halde hiçbir iktidar virüs önlemlerini bahane ederek bizi izlemeyi keşfetmiş olamaz.
Ama gerçek sorunlarımızı unutturup, daha önce bihabermişçesine ölümü gündemimize sokup yaşamak ve sadece yaşamak, koşullar ne olursa olsun en çok yaşamak, en uzun yaşamak motivasyonuyla her şeye razı konumuna düşmemiz büyük bir tehlike. Biyolojik varlıklar olduğumuz ve doğduğumuz üzere öleceğimiz de bir gerçeklik. Şüphesiz ki olağanüstü bir dönemdeyiz, sadece birkaç aylık bir süreçte bugüne değin üç yüz bini aşkın ölüm gerçekleşti (kördüğüme dönüşen ve salgın ortamında dahi sürdürülen Suriye savaşında kayıtlı sivil ölümü BM’ye göre beş yüz bin). Bunların çoğu bakımevlerinde terkedilen yaşlılar, ya da yoğun bakım tavanlarına bakarak ölen ve yas-gömülme ritüellerinden mahrum kayıplar olduğu için toplumsal açıdan travmatik kayıplar. Ama asgari bir yaşam ve güvenlik talebiyle geri kalan her şeyden vazgeçmemiz zaten daralmış olan mücadele hattımızı iyice tıkayacaktır.
Bu aynı zamanda mevcut sağlık muhalefeti açısından da ciddi bir problem. Koruyucu hizmetleri ve 1. basamağı yok sayan AKP, rant aracına çevirdiği devasa şehir hastaneleri ve 25 bin kişi kapasiteli yoğun bakım üniteleri ile övünürken ve mevcut sağlık sistemi de ne koşulda olursa olsun insanları yaşamaya zorlarken (tüm teknolojik imkanlara ve mevcut kapasiteye rağmen Türkiye’de son iki ayda resmi kayıtlara göre dört bini aşkın insan öldü) meseleyi sadece ölmek ya da ölmemek üzerinden değerlendirmek riskli. Bu yaklaşım sağlıklı olma halinin diğer belirleyicilerini birer teferruata dönüştürmek olur.
Tıbbi terimler magazin programlarında bile havada uçuşurken yaşamın daha da tıbbileştirilmesi tehlikesi de önümüzde duran başlıklardan biri. Tıp otoriteleri her gün toplumun merakla dinlediği ve çoğunun yaşam koşullarında imkansız olan yeme-içe-hijyen-dinlenme-egzersiz – fiziksel mesafelenme reçetelerini fetva gibi dağıtadursun sağlık emekçilerinin kahraman ve şehit sözcükleriyle anılması, bol bol alkışlanması; sağlıkçıların yaşadığı ve yaşayacağı sorunların üstünü örtmeye yarayabilir anca.
Ekosistemde bilip bilmediğimiz milyonlarca tür canlı varken ellerimizi, eşyalarımızı, sokakları, parkları kimyasal dezenfektanlarla hunharca “temizlerken” sterilleşen bağışıklığımızla yeni bir felakete yol açmak üzere olduğumuzu da bitmeyen pandemi tarihinden bilmemiz gerek. Yaşlıların, güçsüzlerin, hastaların toplumdan ayıklanacağını iddia eden evrimci faşizme birçok mikroorganizmanın da bu süreçten daha çok güçlenerek çıkacağını ve yeni salgınlara yol açabileceğini hatırlatmakta fayda var.
Tüm bilinmezleriyle, farklı senaryolarıyla, kriz ihtimalleriyle kaotik bir dönemdeyiz. Covid-19 tek başına kapitalizmin mezar kazıcısı olmasa da mevcut eşitsizliklerin, sömürü ve tahakküm ilişkilerinin yarattığı sonuçları daha da belirgin hatta ölümcül hale getiriyor. Fani bedenlerimizin ölümlerinden ziyade buna odaklanmak bu kaos döneminde mücadelenin kapılarını açabilir bize. Mücadelenin varacağı nokta ise bu dönemde ortaya konan iradeye, eylemlere ve dayanışmanın gücüne bağlı…
*Ata Soyer Sağlık ve Politika Okulu Öğrencisi