Geçen hafta bu köşede yer verdiğimiz Oxfam raporuna göre, artık dünyada eskisinden daha fazla dolar milyarderinin (toplam sayısı 2,200) var olduğunu, üstelik bunların sadece 26’sının servetinin dünya nüfusunun yarısından fazlası olan 3,8 milyar insanın servetine eşit bir servete sahip olduğunu belirtmiştik. Öyle ki dolar milyarderleri sadece son bir yılda servetlerini 900 milyar dolar artırmıştı.
Bu durumu bir şekilde açıklamak zorunda hisseden, dünyanın en zengin ilk üç isminden birisi olan ve servetini ağırlıklı olarak entelektüel mülkiyet gibi rant gelirlerinden elde etmiş olan Bill Gates, Davos’tan attığı bir tweet ile “dünyada zengin sayısı artarken, aynı zamanda yoksul sayısının da son 200 yıldır ciddi ölçüde azaldığını (yüzde 94’ten yüzde 10’a)” müjdeledi. Yani bu durumdan herkesin kazançlı çıktığını anlatmaya çalıştı.
Kazın ayağı öyle değil…
Kazın ayağının hiç de öyle olmadığını, yoksulluk alanında çalışmalar yürüten bir araştırmacı olan J. Hickel, Gates’e TheGuardian gazetesinde verdiği yanıt ile gösterdi.
Şöyle ki Gates’in referans gösterdiği çalışmada yoksulluk sınırı kişi başı günlük 1,90 ABD dolarının altında gelir elde etmek olarak tanımlanıyor. Bugün bu gelir ile temel gıda mallarının dahi sağlanabilmesinin imkânsızlığı ortada. Bu nedenle de Hickel (bilimsel araştırmaların da önerdiği gibi) bu sınırın günlük 7,40 ABD dolarına çıkartılması gerektiğini ileri sürüyor. Böyle olduğunda yoksul sayısı azalmadığı gibi, örneğin 1981’den bu yana 3,2 milyardan 4,2 milyara çıkıyor. Bu dünya nüfusunun yüzde 58’inin yoksulluk sınırının altında gelir tükettiği anlamına geliyor.
Üstelik dünyada herkese yetecek kadar tarımsal kaynak mevcut. Dünya Gıda Örgütü’nün (FAO) bir raporuna göre, küresel tarım 12 milyar insanı doyuracak büyüklükte gıda (kişi başına günde 2,200 kalori) üretme kapasitesine sahip. Bu sayı mevcut nüfusumuzun neredeyse 2 katına yakın. Buna rağmen açlık nedeniyle günümüzde onlarca milyon insan ölüyor. Her 5 saniyede 10 yaşın altında 1 çocuk, her gün 37,000 insan açlıktan ölüyor ve 8 milyara yakın dünya nüfusunun 1 milyarından fazlası kalıcı, kötü ya da eksik beslenme nedeniyle harap olmuş durumda.
Sorun yoksullukla sınırlı değil…
200 yılı aşkın bir süredir egemenliğini sürdüren sanayi kapitalizminin insanlığı getirdiği nokta sadece devasa boyutlara erişen gelir ve servet eşitsizliği ve beraberinde oluşan kitlesel yoksulluk olgusu değil. Bu olgu büyük çaplı yolsuzluklar, giderek artan otoriterleşme ve demokratik hak ve özgürlükleri kısıtlayan yasaklarla birlikte yürüyor. Nitekim son yıllarda dünyada ve Türkiye’de üzerinde en çok konuşulan konuların başında bu konular yer alıyor.
Öyle ki küresel kapitalizmin meşrulaştırıcı organları niteliğindeki IMF, Dünya Bankası ve OECD gibi kurumları dahi bu konuları gündemlerine almak zorunda kalıyorlar. Biz de bu konuyu (farklı bir perspektiften) birkaç bölümden oluşan bir yazı ile analiz edeceğiz.
Öncelikle, bu üç olgunun arasındaki ilişkinin gücü kadar yönü de önemli. Çünkü her biri diğerinin ya da diğerlerinin hem nedeni, hem de sonucu olabiliyor. Bu bağlamda “yoksulluk ve büyük çaplı yolsuzluklar mı iktidarların giderek otoriterleşmesine neden oluyor, yoksa otoriter iktidarlar toplumu daha fazla mı yoksullaştırıyor ya da yolsuzluklara bulaşıyorlar” soruları yanıtlanması gerekli sorular olarak önümüzde duruyor.
Birbirine muhtaç üçlü
Kesin olan bir şey var: Neoliberal dönemde her üçü de (özellikle de yazıda zaman zaman atıfta bulunacağımız Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Türkiye ve Macaristan gibi örneklerden de anlaşılacağı gibi) bir arada yaşanıyor.
Örnek olarak, ABD dünyanın en büyük ekonomisine, finans, sanayi ve ticaret yapısına sahip bir ülke. Aynı zamanda bu ülke 2016 yılı itibariyle, yoksul nüfus oranı açısından yüzde 18 ile 38 OECD üyesi ülke arasında en yüksek yoksulluk oranında 3. sırada yer alıyor.
Trump’ın 2016 yılında ABD devlet başkanı seçilmesinden bu yana bu ülkeye dönük yolsuzluk algısı ve rejimin otoriterleşme eğilimi de arttı. Öyle ki yolsuzluk algı puanı tek başına geçen yıl 4 puan kötüleşen ülke göreli olarak en şeffaf ya da temiz sayılan ilk 20 ülke arasında yer alamıyor (kendine 22. sırada yer bulabilmiş). Yakınlarda ise Trum, potoriterleşmede bir adım daha attı ve Meksika sınırındaki sorundan hareketle ülkede olağanüstü hal ilan edeceğini açıkladı.
Macaristan’da 2010 yılında Viktor Orbán’ındevlet başkanı seçilmesinden bu yana hem yoksulluk, hem yolsuzluk algısı, hem de otoriterleşme eğilimi arttı. Yoksulluk oranı 2014 yılında yüzde 11’i aşarken (23. sırada), yolsuzluk puanı 2013 yılından bu yana 8 puan kötüleşti ve ülkenin şeffaflık puanı 46’ya geriledi.
Bu ülkede iktidar tarafından, özellikle göçmenlere karşı olmak üzere yabancı düşmanlığı körüklenirken, emeğin köleleştirilmesiyle sonuçlanacak bir yasa değişikliği yapıldı. Yılda 400 saate kadar fazla mesai yapılması zorunlu hale getirilirken düşük ücretli esnek çalıştırma yaygınlaştırıldı
Türkiye’de ise 2013 yılından bu yana her üç göstergede de kötüleşme söz konusu. Ülke yoksulluk konusunda 2015 yılında yüzde 17’yi aşan bir oranla OECD’nin en yoksul 5. ülkesi konumuna sahip.
Yoksullaşma anlamında ülkenin bugün geldiği durumu ise tanzim satış noktalarındaki ucuz (!) sebze-meyve sandıkları önünde yoksulların oluşturduğu uzun kuyruklar, sınırlı sayıda iş için başvuru yapmak üzere stadyumları dolduran binlerce işsiz ve üniversite mezunu olup da işe giremeyen 1 milyon 200 bin genç çok güzel özetliyor.
Yolsuzluk Algı Endeksi’nde 9 puan kötüleşme
Ayrıca Türkiye, geçen yıl Yolsuzluk Algı Endeksi’nde 180 ülke arasında 9 puan ile Saint Lucia adlı küçük bir ülkeden sonra en fazla puan kaybetti. Böylece son 5 yılda ülkenin şeffaflık puanı 50’den 41’e geriledi ve böyle olunca da şeffaflık sıralamasında ancak 87. sırada kendine yer bulabildi. Yani ülkede devlet ile ilişkili yolsuzluk algısında ciddi bir artış oldu.
Mali bilgi paylaşımında ketumluk…
Türkiye finansal sisteme ait bilgilerin uluslararası kamuoyu ile paylaşılması konusunda düzenlenen Finansal Gizlilik Endeksi’nde sıralanan en ketum 30 ülke arasında yer alıyor.
Türkiye’nin en gizli tutum takındığı alanlar ise şunlar: Şirketlere ve sahiplerine ait bilgiler (kırmızı bölge), kurumlar vergisi beyanları (kırmızı bölge), ülkelerarası raporlama ve bilgi paylaşımı (kırmızı bölge) ve kara para ile mücadele (sarı bölge).
Yasa dışı para trafiği
Ayrıca GFI adlı uluslararası bir kuruluş tarafından düzenli olarak izlenen ve IMF, DB, BM ve OECD gibi kuruluşlarca da “yasa dışı yollarla kazanılan uluslararası düzeyde transfer edilen, hareket ettirilen para” olarak tanımlanan, ülkeye yasal olmayan para giriş ve çıkışlarına bakıldığında, tek başına 2015 yılında Türkiye’ye 12,6 milyar doların girdiği ve aynı yıl 12,4 milyar doların çıktığı görülüyor.
Bu da hem geçen yılki cari açığın üçte ikisinin “Net Hata ve Noksan Kalemi”nden karşılandığı, hem de ülke zenginlerinin ülke milli gelirinin yaklaşık beşte birine denk düşen bir serveti dışarıda (ağırlıklı olarak vergi cennetlerinde) tuttukları gerçeği ile örtüşüyor. Benzer bir biçimde Macaristan’a aynı yıl giren yasa dışı para miktarı 13,0 milyar dolar ve çıkan para 7,6 milyar dolar oldu.
“Kısmen özgür”den “özgür olmayan”a doğru…
Bu gelişmeye paralel bir şekilde, Freedom House tarafından demokrasi karşısındaki durumu “kısmen özgür ülke”den “özgür olmayan ülke”ye değiştirilen Türkiye’de (özellikle de yerel seçimlere doğru giderken) iktidar cephesinin sarf ettiği sözler ve uygulamaları otoriterleşmeye ilişkin çarpıcı örnekler sunarken, aynı zamanda 16 yıl önce 3Y ile (yoksulluk, yolsuzluk ve yasaklar) mücadele edeceğini beyan eden bir siyasal iktidarın geldiği noktayı da sorgulatıyor.
*Bu yazı Sendika.org’la eş zamanlı yayımlanmaktadır.