Hiç gitmediğin bir kentin anılarını biriktiriyorsun. Oraya geçmişinden çok insan gönderdiysen eğer, birikir. Onların belleğinde yer alan acı, özlem, nefret, aşk ne varsa yüzyıldır hepimiz adına taşınır durur, oradan oraya. Dünyanın kaç dilinde, kaç mısra dolup şiire dökülse, filmine çekilse, dekor önünde oynansa, romanı yazılsa nafile… En güzeli hala yazılmamış, oynanmamış, sergilenmemiş gibidir. Bu hissin peşinde koşar dururuz: Biri yazar, bir gün… Bir gün.
Berlin’de 1930’lu yılların başında ülkenin yönetimine dair eleştirel görüş belirten ne kadar şair, oyun yazarı, eleştirmen, felsefeci, roman yazarı, gazeteci varsa tedirgindi. Başlangıçta bir söylentiden öteye geçmese de çağının önünde düşünenleri, söylentinin eyleme geçiş öncesi safların dizilmesine yardımcı olması için çıkartıldığını tahmin ediyorlardı. Korksunlar, sussunlar, yazmasınlar, konuşmasınlar diyeydi, yapılanlar. Zamanın gazetelerinde, üniversite kürsülerinde faşizmin işaret ettiği tehlikeleri gözler önüne sermek için emek sarf edenler birbirlerini kollar duruma geçtiler, bir zaman sonra. Öyle ya, kimse Berlin’de hüküm sürmek için hazırlık yapan zorba, kaba, hayal gücü eksik, barbar bir çağın deneği olmak istemezdi. İstemediler ama solculukla, vatan hainliğiyle suçlanarak sırayla hapse atıldılar. Bir kere içeri atıldıktan sonra dışarı çıkabileni çok az. Para ödeyeni hayatını satın aldı, ödeyemeyeni içeride unutuldu. 1939 yılına gelindiğinde eğer hala hapiste ölmedilerse toplama kamplarına gönderildiler.
1930’ların başıydı. Yazdıklarıyla geçinenler artık para kazanamamaya başlayınca çareyi Berlin’i terk etmekte buldular. Ateşin kurbanı olmayacak kitaplar yazmayı bilmiyorlardı. Zorunlu bir göçtü, bu. Hepsi kendi alanında verimli işler ortaya koyan, ufuk açan insanlardı. Kimi geçici, kimi kalıcı davetle Berlin’i, evini terk etti. İlk durak çoğunlukla İngiltere oldu, oradan Amerika, bazısı için Arjantin, Brezilya, Küba… Hatta Türkiye. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne gidenler de vardı. Böyle yazınca hepsi için, ayrı ayrı ve özenli programlar yapılmış ve onlara uyulmuş gibi bir sonuç çıkıyor. Oysa hepsi acı bir şiddetle gideceği yeri belli olmayan boşluğa fırlatıldılar. Bavullarını nerede bıraksalar dünya ayaklarının altından kaydı.
İnsan bir mucizedir, uyum sağlar. Birbirlerinden haber alma kanallarını açık tuttular. Birbirlerinin görüşlerini geliştirici yazılar yazdılar, aralarında para toplayıp en çok ihtiyacı olana göndermenin yollarını keşfettiler. Sabırlıydılar, en çabuk havadis ya da iyilik haberi altı haftada ulaşıyordu. Berlin yaşanacak şehir olmaktan çıktığı için utanç duymaktaydılar. Oysa çok değil 15 yıl öncesi Dünya Savaşı’nın ilkinde barış geldikten sonra başka bir dünyanın başlangıcında olduğunu hissedip, coşkuyla dolup taşmaktaydılar. Zaman onların zamanıydı ve rüyalarını süsleyen o daha düzgün, daha insancıl dünyaya başlamak için gün saymaktaydılar. Hiç de bekledikleri gibi olmadı, Berlin, Nazi Almanya’sında inim inim inledi. Sonra, barış geldi, yorgun geldi. Dünyaya serpiştirdiği Berlinlileri geri toplayamadı. Dünya, kurulalı beri bilmem kaçıncı defa barbar bir çağ arifesinde. Benim dostlarım, fikirlerini her daim duymaktan haz aldığım insanlarım var, Berlin’de. Barbarlığı, zorbalığı yumuşatan, anlamayı kolaylaştıran yazılar, öyküler, şiirler yazan dostlarım. Bin kocadan artakalan bakire İstanbul’dan Berlin’e, hani yüz yıl önce meslektaşlarının raflarda bırakıp gitmek zorunda kaldığı kitapların arasına gittiler. Kitapların onlara siper oluşturmasını dilerim. İyilik ve şefkat bulsunlar, Berlin’de.
Hepsini çok özledim.