Azad Barış
Birinci Dünya Savaşı’na giden yıllarda, entelektüel yaşamını, sosyal ve politik geri çekilme dönemini latent bir radikalizmle meşgul eden Walter Benjamin, tefsiri imkânsız acıların ilk demini de o yıllarda yaşar. Nitekim bu durum erken dönem yazılarında da kendini gösteren bir yönelimdir genç Benjamin’in aklında. Benjamin’in gençlik yıllarında derinden etkilendiği ve akıl hocası olarak gördüğü eğitimci ve filozof Gustav Wyneken’den şiddet kültü ve radikalleşme konularına da büyük bir merak ve tutkuyla bakıyordu. Büyük ölçüde etkilendiği “fikri rehberini” takip eden Benjamin, “en derin yalnızlığı” geliştirmeye dayalı öz dönüşümün toplumsal dönüşümü de beraberinde getireceğine inanarak alternatif kurtuluş yollarını düşünerek şiddetin eleştirisi üzerine de yoğunlaşıyordu.
Teorik ve entelektüel gelişiminin en verimli süreçlerinden biri olarak biyografisine geçecek olan o sessiz dönem, yolunu akıl hocası olarak gördüğü Wyneken’den ayırmaya varacak kadar bir değişime uğrar. Lakin Wyneken’in 1914’de Alman gençliğine “anavatanı” savunmak için savaşa katılma çağrısı yapmış ve Almanya’nın muzaffer olabilmesi için “milli mitos” ve “fedai kültüne” bile sığınmıştı. Hocasının bu ani dönüşüm şokunu henüz atlatamayan Benjamin, bundan da daha korkunç iki kayıp yaşar. Yakın arkadaşları Fritz Heinle ve Rika Seligson’ın, Birinci Dünya Savaşı’nı protesto etmek için intihar ettiklerini büyük bir irkilmeyle duyar. Bunun üzerine derin bir tedirginlik ve düşünme radikalizmine kapılan Benjamin, çocukluk arkadaşı ve geleceğin bestecisi Ernst Schoen’e bir mektup yazar. Yaşadığı kaybın acısını arkadaşıyla paylaşırken gelmekte olan felaketin ve tüm Avrupa’ya yayılan dehşetin karşısında, dönüştürülmüş bir radikalizme duyulan ihtiyaçtan bahseder. Yaşananlar karşısında “hiç kimse eşit değildir” diye yakındığını arkasında bıraktığı düşünsel tesir ve izlerden görüyoruz.
Benjamin’in bir yandan arkadaşlarının acı kaybı diğer yandansa hocasına olan inancının mecazi yitimi, onu derin hayal kırıklığına uğrattığı gibi içinde yaşadığı tedirginliğin şiddeti ta o yıllarda artar. Alman milli mitosu için muharebeye bir eğlence panayırına gider gibi giden yoldaşlarını görünce Benjamin entelektüel yalnızlığa çekildiği yerden düşünsel olarak radikalleşerek çıkar ve yeni fikri donanımla toplumsal hayata karışır. O yeniden kalkış ve teorik donanım onu Marksist bir radikalleşme sürecine götürür.
Kendisinin de bizatihi tanıklık ettiği savaş anı ve sonrasında hukukun kullanım şekli onu şiddet eleştirisini bağlamsallaştırma mefhumuna götürür. Mevcut kapitalist hukuk sisteminin adil ve eşit bir dünyayı kurmakla mükellef olmadığını özellikle kolluk kuvvetlerinin savaş esnasında ne denli hukuk dışı yetkilere başvurduğu gören Benjamin, 1920’lerin başından itibaren proto-Marksist ve devrimci bir politik radikalizme yönelir. 1921 tarihli ünlü makalesi “Şiddetin Eleştirisi”, bu radikal dönüşümün bir kanıtı olarak görülür. Lakin Benjamin’e göre, mevcut yasaların herhangi bir şekilde uygulanmasıyla bağlantılı keyfilik, kapitalist hukuk sisteminin kalbinde şiddetin var olmasını gösteren bir olgudur. O nedenle “Şiddetin Eleştirisi”ni bağlamsallaştırmak üzere radikal bir siyaset teorisi alternatifini önerir.
O dönemin koşullar manzumesi için oldukça önemli ve yerinde olan bu çaba Benjamin’i tez ve öngörülerinde haklı çıkarsa da bazı Neo-Marksist eleştirmenler tarafından metinde kullandığı “teolojik dil” nedeniyle Marksizm ile olan ilişkisi hala göz ardı edilir. Oysa Benjamin’in başvurduğu analiz yöntemi ve dinsel söylem dizgisi, radikal bir teoriyi mistifize etmek değil, onu başka biçimlerde bağlamsallaştırma, anlaşılır kılma ve toplumsallaştırmanın bir aracıdır. Esasen, hakiki devrimci olanın bu olduğunu ancak Benjamin’in acılar içinde kıvranan ruhunun haykırışından 100 yıl sonra anlıyoruz.