Devletlerin meşruiyetini yitirdiği, eşitlik ve adalet dağıtacağı ön kabulünün zayıfladığı dönemde liderlikler öne çıkıyor. Üç yıl önce söyleyişi yaptığım Prof. Hamit Bozarslan’ın dediği gibi “Toplumların çöküşünün kışkırtıcılarından biri olarak, devletlerin çöküşü de sürüyor. Önemli göstergesi, kurumsuzlaşma. Henüz şiddetin Irak’taki, Suriye’deki kadar çok odaklı, çok yönlü hale gelmediği Türkiye, kurumsuzlaşma süreci için şiddetin öylesinin şart olmadığını gösteren bir başka örnek. Kurumsuzlaşma, giderek, “güçlü el”in mafyalaşması veya milisleşmesi anlamına gelecek, devletin çöküşü üzerinden toplumun çöküşü ve dağılışını teşvik edecek. Eğer önlenmezse…”
“Güçlü lider”lerin öne çıkışı “kurumsuzlaşma” dan doğan boşluğun bir ifadesi ise eğer, Erdoğan-Trump ilişkisinin sonuçlarını tahmin etmek güç olacak. Bu nedenle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dış siyasetteki yumuşak yüzü Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın “40 yıllık karı koca bile her konuda anlaşamıyorlar” sözleri Türkiye –ABD ilişkilerinde bir olguyu açıklasa da, Erdoğan-Trump ilişkisinde sürprizleri dışlayan bir çerçeve.
İktidarın “rehin alma” siyasetinin – meyvelerini alsa da- “Rahip Brunson krizi” birlikte sınırlarına geldiğini görüyoruz. Tam kestirilemese de, Brunson hakkındaki ev hapsi ve yurt dışına çıkış yasağının kaldırılması, yani ABD’ye dönmesi, çeperin daha fazla genişletilemeyeceğinin teyidi olacak. Üstelik ABD, Türkiye’ye karşı elini de artırdı. Sadece “Brunson yetmez” dedi. Bakınız Singapur’daki Çavuşoğlu- Pompeo görüşmesi…
Türkiye-ABD arasında uzun yıllardır dile getirilen “stratejik ortaklık” hallerinin “halleri” dört mevsim gibi. Bir hafıza tazeleyelim… Geçtiğimiz yılın eylül ayında – hani şu meşhur koruma krizinin ortaya çıktığı BM Genel Kurulu toplantısı günlerinde- Cumhurbaşkanı Erdoğan, ABD başkanı Trump’la görüşmüş, “değerli dostum Donald” ifadeleri ile “aramız iyi ve yakın” mesajı vermişti.
Trump ise daha yoğunlaştırılmış tonda konuşmuş, “Erdoğan çok, çok ilgili ve açık olmak gerekirse çok puan topluyor. ABD ile de birlikte çalışıyor” demişti. “Dostum” ifadeleriyle öne çıkarılan o toplantının hayırlara vesile olduğu, THY’nin Amerikan Boeing firmasından 11 milyar dolar değerinde 40 uçak alacağı haberleri ile duyurulmuştu. Araya Kudüs krizi girmiş, Suriye ile birlikte iyice açığa çıkan çatallaşan yola tuz biber ekmişti. “Rahip Brunson” toplamda bir krizi ifade ediyor.
Kuzey Atlantik Paktı’na sadık üyelik yılları, “bu kış komünizm gelecek” korkusunun versiyonlarıyla sürekli üretildiği yıllar hatırlandığında ABD-Türkiye arasında uzun zamandır hakiki bir krizin varlığı inkâr edilemez. Erdoğan’ın ABD ile kötü ilişki istemediği, ilişkinin gerilimini bir noktada tutmak istediği açık. Ancak güvenlik duygusunun kolay satın alınabildiği, “liderliğin tek kurtarıcı olduğu” siyasetinin egemen olduğu koşullarda “Ey ABD, EY Trump” sözlerinde samimi bir tarafı da var.
Tabii bunun anti-emperyalizm ile ilgisi yok. AK Parti’nin kurucularından Abdüllatif Şener bir röportajında “Sayın Erdoğan, Ak Parti kurulduktan sonra Amerika Birleşik Devletleri’ne gitmiştir. Kuruluş safhasında gitmiştir, ama bu gidişi sırasında veya ABD’de bulunduğu sırada kimlerle görüşmüştür, bu bilgiye sahip değilim. Çünkü bu programda yanında başta Abdullah Gül olmak üzere, Turan Çömez olmak üzere bazı isimler vardı. Bu isimlerde öyle bir ziyaretle ilgili bilgi vermedi” demişti. O yılların altından çok sular aktı. Ama Şener’in sözleri hala bir gerçeği ifade ediyor. Erdoğan ABD yönetimini hala önemsiyor. Ancak sürekli krizle beslenen bir iktidarın ABD ile restleşmeyi hangi boyutlara taşıyacağını bilmiyoruz. “Kurumsuzlaşma” ve “kuralsızlaşma” nın dünyadaki genel gidişatı tarif ettiğini düşünürsek, belirsizlikler, öngörülemezlikler kapıda.