“Bu dünya sofraya herkesi davet eden, ama çoğunluğun suratına kapıyı kapatan, aynı zamanda da eşitleyici ve eşitliksiz bir dünya: Dayattığı düşüncelerde ve alışkanlıklarda eşitleyici, sunduğu fırsatlarda eşitliksiz…” böyle başlar söze Eduardo Galeano Tepetaklak – Tersine Dünya Okulu kitabında. Evrensel barışı en çok savunan ülkelerin en çok silah üreten ve satan ülkeler olduğunu söyler. Tersine dünyada komşumuzun bir güvence değil tehdit olduğunu da ekler. Bu dünyada özensizliklerin, unutkanlıkların, teslimiyetin, benliksizleştirilmenin ve yersiz yurtsuz bırakılmanın hüküm sürdüğünü belirtir.
Dünyanın uzun süredir tersine dönmesindendir belki de, şu günlerde yersiz yurtsuz bırakılanların sayısının İkinci Dünya Savaşı’ndakini de geçerek en fazla olduğu zamanlarda insanlık. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin verilerine göre tüm dünyada mülteci sayısı 50 milyonu aşmış durumda. Bunun 6,5 milyonu çok uzun yıllardır mülteci olarak yaşamak zorunda.
Bu mültecilerin 4 milyonu Türkiye’de. Afganistan, İran, Somali ve beş yıldır Suriye’den göç etmek zorunda kalan insanlar yeni bir yaşamın umudunu Türkiye’de taşıyor. Suriye’deki iç savaş öncesinde mülteciler için sadece geçiş ülkesi olan Türkiye artık bir iltica ülkesi durumunda. Türkiye’ye Suriye’den göç etmek zorunda kalan kayıtlı 4 milyon mültecinin yaklaşık yarısı çocuk. Ocak 2019 UNİCEF verilerine göre bu çocukların da yaklaşık 1.74 milyonu Suriyeli.
1995’de tarafı olduğumuz BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 22. maddesine göre, Türkiye kendi topraklarındaki mülteci çocukların tümünün sözleşmede yer alan haklardan faydalanması için gerekli önlemleri almakla yükümlü. Peki, Türkiye bu yükümlülüğünü ne kadar yerine getiriyor?
Savaştan kaçarak, yakınlarını, evlerini, okullarını terk ederek uzun ve zorlu yolun ardından geldikleri bu yerde çocuklar ne yazık ki pek çok hak ihlâline maruz kalıyor.
Açıkça bir kere daha yazmalı: Türkiye 2011’de, insan hakları belgelerindeki yükümlülüğünü yerine getirerek, kapılarını Suriye’deki savaştan kaçanlara açtı. Bunu yapmakla zaten yükümlüydü. Ancak kapıyı açmak yeterli olmuyor. Hak temelli yürütülemeyen politikalar ve uygulamalar nedeniyle mülteci çocuklar 8 yıldır gittikçe derinleşen sorunlarla boğuşuyor. Derinleşen sorunlardan birisi de son günlerde yeniden açığa çıkan özellikle Suriyeli mültecilere yönelik yükselen ırkçı ve ayrımcı, nefret içeren söylem ve uygulamalar… Gerek bazı belediyelerin Suriyelilere yönelik kısıtlayıcı uygulamaları, gerek en son Gülse Birsel’in yazısında kendini bir kere daha gösteren toplumun “kafa karışıklığı” diyerek, “ama’lı cümlelerle” gerekçelendirdiği ayrımcı, ırkçı yaklaşımı çocukların yaşamını doğrudan etkiliyor…
Suriye’den ilk grup geldiği günlerden beri söylüyoruz: “Bizim bir ‘Suriyeli problemimiz yok, sadece yeni bir durumumuz var’. Bu durumu insan haklarına dayalı yaklaşım, uygulama ve mekanizmalarla karşılamalıyız. Bir arada, eşit ve özgür bir yaşam ancak bu şekilde mümkün” diye… Ama olmadı. Bu talebimiz yaygın bir karşılık bulmadı. Dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi Türkiye’de de mültecilere yönelik ırkçılık, ayrımcılık ; yoksulluğun, işsizliğin, şiddetin gerçek nedenlerini görünmez yapmanın aracı oluverdi. Barış Akademisyenlerinden Ülkü Doğanay’ın bir söyleşide belirttiği gibi Türkiye’de de “Nefret söylemi ve ırkçılık sağ/ popülist politikacılar tarafından kitleleri ortak duygular -burada nefret ne yazık ki- etrafında birleştiren bir strateji olarak” kullanılmaya başladı. Bazı CHP belediyeleri de bu stratejiyi pek kolay benimseyiverdi.
Bugün 20 Haziran. Mülteciler günü. Evet çok geç kaldık, artık çok daha fazla çaba göstermemiz gerekiyor ama hala; bir arada, barış içerisinde, eşit ve özgür şekilde yaşamak için şansımız var. Yeter ki ırkçı, ayrımcı algımızla yüzleşelim, bundan kurtulmayı hedefleyelim ve yüzümüzü yaşadığı yerden göç etmek zorunda bırakılmış göçmenlere dönelim. Hatta hayalini kurduğumuz daha iyi, daha özgür, eşit bir yaşamın olanaklarını birlikte kuralım.
Sözü de hemen uzun yıllar ülkesinden göç etmek zorunda kalmış Bertolt Brecht’e bırakalım: “Bir evimiz bile yok, sürgünüz sadece, Bizi kabul eden bir ülke çıksın diye, Bekliyoruz içimizde bir huzursuzluk, Sınıra en yakın yerde”
* Bertolt Brecht’in “Concerning the Label Emigrant” adlı şiirinden..