Yönetmen Dilek Çolak’ın ilk uzun metraj sinema filmi ‘Hemşire’ 11 Mayıs’ta Başka Sinema aracılığıyla birçok sinema salonunda gösterime girdi. 7. Suç ve Ceza Film Festivali’nde de izleyici ile buluşan filmin hikâyesi, aile içi sorunlarla boğuşup zayıflamaya çalışan hemşire ile açlık grevinin ilerlemesi ile ölüme yaklaşan bir mahkûm üzerine kurulu. Oyuncu Sermet Yeşil, Evren Duyal, Serhat Özcan ve Ayşe Tunaboylu’nun yer aldığı Hemşire filmini yönetmen Çolak ile konuştuk.
Dilhan Yılmaz/İstanbul
Hemşire filmini yapma düşüncesi nasıl gelişti?
Tutsak yakını olarak uzun yıllar cezaevlerine ziyaretçi olarak gittim. Kaçınılmaz olarak cezaevi operasyonlarına, ölüm oruçlarına da sıkça şahit oldum. Dostlarımı ve kardeşim Lale’yi farklı zamanlarda yapılan bu eylemlerde kaybettim. Bu değerli zaman dilimlerinde acı tatlı birçok hikâyenin de toplayıcısı oldum. Biriktirdiklerim bana ağır geldiğinde ise onları yazıya dökmeye başladım. Yaşadıklarımı kısa bir süreliğine de olsa unutmanın tek yolu bu gibi gözüküyordu. Bunun doğru bir yol olup olmadığından bugün bile emin değilim. Hemşire, işte bu anılar zincirine eklediğim ve hayata geçirmek için birçok insanın desteğiyle yola çıkarttığım hikâyelerden biri.
Hemşire Leyla’nın toplum tarafından kabul görülen bedensel kalıplara sığma çabası var. Bir de ölüm orucundaki Kerem’in politik olarak kontrol altına alınmasını ve karşı koyuşunu görüyoruz. Film bedenlerimiz ve yaşamlarımız üzerine kurulan denetimden mi bahsediyor? İkisini bir arada veren film izleyiciye neyi anlatıyor?
Filmde ekonomik bağımsızlığını kazanmış kadınların da yaşamları boyunca bir şekilde disipline edilme, baskı gibi birçok şiddet türlerini yaşadıklarının altını çizmeye çalıştım. Gizli ve bir o kadar da açık yaşanan “psikolojik şiddet”i anlatan hikâye bu anlamda sinemada sıkça işlenmesi gereken konulardan biri. Bunu içinde şekillendiğim cezaevleri, tecrit ve ölüm oruçlarıyla birleştirerek hayata farklı bakan bu iki zıt insanın birbirini bulmasını ve birbirlerinin hayatlarına dokunmalarını anlatmaya çalıştım. Ayrıca kadının, sadece psikolojik şiddet görmesi dışında, güzellik anlayışlarıyla etrafımızı kuşatan “estetik” diktelerin yaşattığı psikolojik süreçler de olayın önemli bir boyutu oldu filmin. Ölüm orucundaki Kerem’in siyasal tavrı ile hemşire Leyla’nın mutsuz hayatını sürekli zayıflamaya çalışarak yok sayması hikâyenin ironisidir.
İnsanın hapsedilişi sadece cezaevleri ile sınırlı değil. Bunu filmde de görüyoruz. Beden ve mekân ilişkisini nasıl tanımlıyorsunuz?
Teknolojinin her şey olduğu bir çağdayız ve bedenlerimiz de buna uygun olarak cep telefonlarına, bilgisayarlara, televizyonlara tutsak halde artık. Sosyal medya evimiz, iş yerimiz, yaşam alanımız. Takipçi sayımız arttıkça sanal mekânlarımıza gelen misafirlerimiz artıyormuş hissi taşıyoruz. Soframızı, anılarımızı fotoğraflarla, videolarla her an paylaşıp bolca ‘Like’ almaya çalışıyoruz. Ne kadar ‘Like’ alırsak o kadar dolu dolu yaşadığımıza inanıyor ve mutlu olduğumuzu düşünüyoruz. Acı olansa bu gönüllü tutsaklığı kabullenişimiz! Keşke her mekân filmdeki hastane odası gibi olsa. Çünkü gerçek duvarları yıkmak sanal duvarları yıkmaktan daha kolay!
Bunların yanı sıra filmde politik baskıya, kadına yönelik şiddete de değiniyorsunuz. Üstelik bunu yaparken izleyicinin gözüne sokmaktan kaçınmışsınız. Ne demek istersiniz?
Evet, belki fiziksel şiddet yok denecek kadar az ama bu filmde şiddet olmadığı anlamına gelmiyor. Benim anlattığım daha çok ruhsal ve psikolojik şiddet. Bu yüzden de filmde bolca şiddet var. Bir kadının evdeki mutsuzluğu, bu mutsuzluğu bedenine bağlaması ve bundan dolayı kendini suçlu görüp hayatın güzelliklerini kaçırması, dışarıda olduğu halde beyinsel ve düşünsel olarak tutsak olması, tutsak edilmesi şiddettir. Ve yine buna karşılık cezaevi içinde cezaevinin yaşatılması başka bir şiddet biçimidir. Hücre şiddetin diğer adıdır filmde. Ailenizi, arkadaşlarınızı görememek, gelen giden mektuplarınızın sizden önce birileri tarafından okunması, karalanması, verilmemesi de o şiddetin parçalarından biridir. İster dışarıda ister içerde tecrit politikalarının uygulandığı, yasakların dört bir yanımızı çevirdiği her yer hücredir zaten. Hikâyenin bir hastane odasında geçmesi çok önemli değil yani.
Kerem’in fiziksel olarak hapsedildiği oda, Leyla’nın özgürlüğüne kavuşmasına vesile oluyor. Kerem açısından ne diyebiliriz?
Kerem geçmişte tanıdığım pek çok devrimci karakteri kişiliğinde toplamış biri. Net bir duruşu var. Ölümden korkmuyor. Onun için ölüm orucu devrim mücadelesindeki direniş alanlarından biri. Doğal, olması gerekenleri yaşıyor. Sadece ölüm orucunda değil mücadelesinin her alanında ölebilir çünkü. İşkence de, operasyonlarda, çatışmalarda… O bunu biliyor bu yüzden de durumunu abartmıyor. Ve her gerçek devrimci gibi son anına kadar başka bir insanın hayatına değmek, az da olsa olumlu anlamda katkı sağlamak istiyor. Hedefi dönüştürmek… Kerem’i seviyorum tüm gerçek devrimcileri sevdiğim gibi.
Dilek Çolak hakkında
İstanbul doğumlu Dilek Çolak, Mimar Sinan Üniversitesi Sinema TV Bölümü’nde okudu. Çok sayıda kısa film ve belgesel çalışmasında senarist, yönetmen ve görüntü yönetmenliği yaptı. 2005-2008’de birçok ülke gezerek pek çok belgesele imza attı. Belgeselleri birçok ödüle layık görüldü. Yönetmenliğini yaptığı Görüşeceğiz Lale belgeseli İFSAK 25. Ulusal Kısa Film Festivali En İyi Belgesel Ödülü’nü aldı. Karanlıktan Aydınlığa belgeseli ise, Ankara Film Festivali En İyi Belgesel Film Ödülü’ne layık görüldü.