Bazı anların muhteşem rüzgârı bizi alıp götürecek güçte ve dünyayı yerinden edip yeniden doğuracak bir yerde duruyor. Vahşetin ve şenliklerin aynı umuda bel bağlaması, ortak bir seste buluşması eşyanın tabiatına asla aykırı değil, tam tersi tabiatın gerçek sesi olmaya devam eder. Bazı harflerin göçü, bazı kelimelerin savrulması, noktalama işaretlerinin kararsız kalması; hepsi ortak acıdan ortak umudun oltasına takılandır.
Bir şarkının götürdüğü yokluk, bir şiirin tayin ettiği başı bozukluk, bir resmin bıraktığı yersizlik, bir heykelin temsil ettiği hayıflanmak. Hepsi birer gölgedir ve insanı peşine takıp sürükler, hatta sürgün de eder. Bu yüzden, insan içindeki boşluğa çukur der, kuyu açar, mezar taşı bulur. Arayan insan, vardığı her yerden kovulandır ve bir haymatlostur yani uyum trenini kaçırdığı için uyumsuz kalandır.
Acı çekmek, acıya teselli aramak bir yolculuktur ama insan her yerde ve her devada yorulandır. İsimler, tarihler, kentler art arda geçerken beynin kıvrımlarından, dünyada ve hayatta bir harita çizmek, bir pusulanın peşinden sürüklenmek pişman olma gerçeğini de beraberinde sürüklüyor. Zaten insan yakalayan, yakalanan ve yaka silkeleyen olmaktan öteye geçemeyendir.
Her şeye sınır koyulur da insana sınırlar çizilmez mi? Elbette eşya da ağaç da manzara da bundan muzdarip birer garip gibi bir hayal peşinde koşan bir hayalet olup çıkar. Yarılmış bir dağ yamacının uçurumunda yön aramak gibi, denizi yol olmuş, ormanı mahalle olmuş bir yerleşke gibi yerleştiği yere yabancılaşan insan, buradan öteye nerede soluklanıp da geçmişi anlatıp işaret edecek?
İnsan muamma, hayat girdap gibi. Düşmeye gör, aldanmaya meylet, zannetmekle kendini teselli et, hayal ile gerçeklerden kaç, yani dünyanın dibinde, hayat ile ölüm eşiğinde kendini yakala ve bu dünyaya sarih gözlerle bakmaya başla. İşte başlar kovalamaca, gerçekle mümkünün kör ebe oyunu, kurtulmakla göç etmenin saklambaç oyunu. Zaten biz oynamaya ve oyalanmaya geldik buraya.
Ardımızda alkışlar patlamış, sövgüler arşa varmış, kime neyi anlatıp kimselerin vardiyasına vardırıyor tüm bunlar? Sorular artık cevaplarımıza yetmiyor ve ulaşamıyor. Kırılan, kovulan, kahraman ilan edilen, kahrımız olan ne varsa artık hepsi dünyamızda ve hayatımızın tam da içinde ve içimizden bir sesle bağırıp çağırıyor.
Tehlikeli var oluşlar, temkinli var olmaklar, tehdit sanılan var saymalar hayatımızın içinden geçip gidiyor ve bize birer harita çiziyor. Beyhude olanlar, berhava edilenle durmadan peşimizden geliyor. Bir merhaba, bir elveda aynı gözlerle ve aynı hislerle dile gelirken, gitmek nereye, varmak kime? Tüm bunları kendimize soracağız ve bulamadığımız cevaplar yerine bildiklerimizi meydanlarda, sokaklarda, dağlarda, duvarlarda yankılatacağız. Derdimiz burası, dermanımız burada diye diye inleteceğiz her yeri.
Zaman ve mekân çerçevesine sığınan bir manzara kadar bir ömür, hepsi o kadar ve ancak o kadar yer alıyor hafızada. Gerisi anların götürüp getirdiği, anlamsızlığın kör ettiği, anlamın bir yerine kanca atmak ve oralarda asılı kalmak. İnsan anımsandığı kadar, hatıra olduğu kadar ve öyle olacak kadar bir yolda yolcu olandır. Ötesi insaf ve israf.
İnsan hesap edendir, kasap da olur, canı alınan canlı da olur, can veren de olabilir. İnsandır, ötede duran her şeye yaklaşan ve yakışandır. Sonrası sonrada kalacak ve değişecek ve artık hatırlanmayacaktır. Çok şey ancak böyle bir şeydir.
Haftanın kitap önerisi: Georges Perec, Harikalar Odası / Çeviren: Esra Özdoğan, Sel Yayınları