Slavoj Zizek
20’inci yüzyıl Alman filozofu Martin Heidegger hakkında bir kitabı İngilizceden Mandarin diline çeviren Çinli bir göçmen işçinin hikâyesi geçen Kasım ayında viral oldu. Peki felsefe okuyan sıradan insanlar dünyayı kurtarabilir mi?
Chen Zi, 1990 yılında Çin’in güneydoğusundaki Jiangxi’de doğdu. 2008’de sınavlarında başarısız olduğu için matematik okuduğu üniversiteyi bıraktı ve 10 yıldan fazla bir süre ülkeyi dolaştı, çoğunlukla fabrikalarda çalışarak geçimini sağladı.
Gerçek tutkusu her zaman felsefe olan Chen sık sık 12 saatlik yorucu, tekrarlayan ve bitkin düşüren mesailer yapmak zorunda kalmasına rağmen İngilizce öğrenmeyi başardı ve Heidegger okumaya başladı. Bu yıl Xiamen’deki bir fabrikada çalışırken Amerikalı felsefe profesörü Richard Polt’un Heidegger: An Introduction (Heidegger: Bir Giriş) başlıklı kitabının Çince’ye çevirisini dört ayda tamamladı. Başka çeviriler de yaptıktan sonra bir yayıncı bulma şansının çok düşük olduğu söylendiğinden çevrimiçi olarak onları yayınlamasına yardım edebilecek biri olup olmadığını sordu. Paylaşımı medya tarafından fark edilince Chen internette gündem oldu.
Heidegger’e bu denli bağlı olmakta özgürleştirici bir şey var mı yoksa bu yanlış bir çıkış yolu mu? Ortodoks Marksist cevabı tahayyül etmek oldukça kolay: Montaj hattı işçilerinin panzehir olarak Heidegger’e ihtiyacı yoktur; ihtiyaç duydukları şey sefil çalışma koşullarının değişmesidir.
Heidegger, Chen için bariz nedenlerden ötürü gerçekten kötü bir seçim olmuş gibi görünüyor. Heidegger’in özel notlarının ölümünden sonra, 2017 yılında Black Notebooks’ta (Kara Defterler) yayınlanmasından sonra, anti-Semitizmi ve Nazi bağlantıları nedeniyle onu ciddiye alınacak filozoflar listesinden çıkarmak için çok sayıda girişimde bulunuldu.
Ne var ki tam da bu nedenle Heidegger’in meseleyle alakalı olduğunda ısrar edilmelidir: En kötü durumda bile beklenmedik bağlantılar ortaya serilir. 1930’ların ortalarında Heidegger şunları söylemiştir: “Tarihi olmayan insanlar ve insan grupları (örneğin Kaffirler gibi Zenciler) var … ancak hayvan ve bitki yaşamının bin yıllık ve olaylarla dolu bir tarihi var … zencilerde olduğu gibi insanlarda tarih var olmayabilir.” (“Kaffir”, apartheid döneminde Güney Afrika’daki siyah Afrikalılar için kullanılan ırkçı bir hakaretti.) Alıntılanan satırlar Heidegger’in standartlarına göre bile garip: yani hayvanların ve bitkilerin bir tarihi var ama “Zencilerin” yok mu? “Hayvan ve bitki yaşamının bin yıllık ve olaylarla dolu bir tarihi var”; fakat elbette ki Heidegger’in varlığa dair katı anlayışı doğrultusunda değil. Heidegger’in özgün tanımıyla tarihsel olmadıklarına göre, Çin veya Hindistan gibi ülkeler nerede duruyorlar?
O zaman durum bu mu? Güney Afrika doğumlu, New York, Ithaka’daki Cornell Üniversitesi’nde ders veren tanınmış çağdaş siyah filozof Grant Farred olayı basit bir yanlış anlama vakası olarak ret mi edilmeli?
Farred’in kısa kitabı Martin Heidegger Saved My Life (Martin Heidegger Hayatımı Kurtardı) ırkçı bir deneyime tepki olarak yazılmıştır. 2013 sonbaharında evinin önündeki yaprakları toplarken beyaz bir kadın Farred’e “Başka bir iş ister misin?” diye sordu. Farred alaycı bir şekilde yanıt verdi: “Cornell fakültesinden aldığım maaşı verebilirsen, olur.” Farred, neler olduğunu anlamak için Heidegger’e başvurdu: “Heidegger beni kurtardı çünkü bana ırk hakkında daha önce hiç yazmadığım biçimde yazacak bir dil sundu. Heidegger bu şekilde yazmamı sağladı çünkü bana nasıl düşünmem gerektiğini düşündürdü.”
Heidegger’de çok yararlı bulduğu şey, bir “varlık evi” olarak dil kavramıydı: bilimin ve devlet yönetiminin soyut-evrensel dili değil, belirli bir yaşam biçiminde kök salmış dil, gerçekliği bize tarihsel olarak özgül bir şekilde ifşa eden ve her daim eşsiz olan yaşam deneyimini aktarma aracı olarak dil. Böyle bir duruşun, bir öznenin küresel teknolojik tahakküm evreni tarafından yutulmaya karşı direnmesini sağladığını tahayyül etmek kolaydır. Ancak, genellikle hayatımızın “Amerikanlaşması” olarak adlandırılan şeyle savaşmanın yolu bu mu? Bu soruyu cevaplamak için düşünmek zorundayız. Ve Farred’in tekrar tekrar belirttiği gibi Heidegger’den öğrendiği şey budur: sadece düşünmek değil, düşünme hakkında düşünmek de zorundayız.
Açıklığa kavuşturayım: ben bir Heideggerci değilim. Ama bildiğim şey, düşünmenin aciliyetini doğuran eşsiz bir çağda yaşadığımız. Bu, dünyanın yansımasına rahatça geri çekilme fırsatı sağlayan barışçıl bir zaman değil, insanlar olarak hayatta kalmamızın farklı açılardan –zihnimizi işgal etmeyi planlayan dijital kontrol olasılığı (“kablolu beyin”), kontrol edilemeyen viral enfeksiyonlar, küresel ısınmanın etkileri– tehdit altında olduğu bir zamandır.
Bu yüzden Chen Zi’nin de dâhil olduğu mucizeleri kutlamalıyız. Bunlar, felsefenin akademik bir disiplinden çok daha fazlası, günlük hayatımızın akışını birdenbire kesebilecek ve bizi şaşırtabilecek bir şey olduğunu gösteriyorlar.
Fransız filozof Alain Badiou, Gerçek Yaşam kitabına, Sokrates’ten itibaren felsefenin işlevinin “gençleri yozlaştırmak” ve onları hâkim ideolojik-politik düzenden uzaklaştırmak olduğu yönündeki kışkırtıcı iddiayla başlar. Böyle bir “yozlaşmaya” bugün ihtiyaç duyulmaktadır, özellikle de çoğu insanın müesses nizamın onları tam olarak özgür görünmelerine rağmen nasıl kontrol ettiğinin farkında bile olmadığı liberal, müsamahakâr Batı’da. Ne de olsa en tehlikeli özgürlüksüzlük, özgürlük olarak deneyimlediğimiz özgürlüksüzlüktür.
Göreneklerden oluşan kalın sosyal ağı yok etmeye çalışan “özgür” popülist gerçekten özgür müdür? Mao Zedong 1950’lerdeki ünlü bir yazısında şöyle demişti: “Bırakın yüz çiçek açsın. Yüzlerce düşünce ekolünün rekabet etmesine izin verin.” Bugünse şunu söylemeliyiz: Bırakın yüz Chen Zi felsefe okusun, çünkü içinde bulunduğumuz çıkmazdan ancak bu şekilde çıkış yolu bulabiliriz.
*politikyol.com’dan alınan bu yazı Pelin Tuştaş tarafından çevrilmiştir.