Ender Öndeş
Yanlış hatırlıyor da olabilirim, İsmet Özel’e ait bir metinde okumuştum herhalde, “Bir sinekle, bir devlet başkanı arasında ne benzerlik vardır?” diye soruluyor ve şöyle yanıtlanıyordu: “Her ikisi de gazeteyle öldürülebilir!”
Demek öyleymiş bir zamanlar. Gerçi ondan da şüpheliyim ya, gazetelerin iktidar devirdiği filan tartışmalı şeyler. İktidarları insanlar getirir götürür, daha doğrusu onların şu ya da bu yönde koydukları irade ile olur o işler; ayrıca bu mağduriyet teorileri biraz da AKP’nin icadıdır, neyse.
Nereye geldik şimdi? Yeniden mi başladı kasetler filan. Başlar. İnsanların birbirlerine çıkar ilişkileri üzerinden bağlandığı organizasyonlarda kötü günler için malzeme biriktirmek altın kuraldır. Daha önce de oldu, oluyor, olacak.
Bir şeyin altını çizelim önce. Geçtiğimiz yıllarda bir Gezi yıldönümünde yazmıştım, yeniden yazayım. Gezi ile 17-24 Aralık hadiseleri, siyahla beyaz kadar birbirinin zıddıdır. Erdoğan her fırsatta bu ikisini bir arada zikrederek algı yaratmaya çalışsa da gerçek bu değil. Gezi, bizimdir, bize aittir, moda deyimle söylersek ‘yerli ve milli’dir. Sokağa çıktık, birbirimizin elini tuttuk, soluklarımız birbirine karıştı, omzumuzu başka -ve bazen hiç tanımadığımız- omuzların yanına koyduk, düşeni kaldırdık, düştük kaldırdılar, yürüdük. Ne istediğimiz bulanık gibi görünüyorduysa da aslında açıktı: Bu deli gömleğinden kurtulmak, nefes almak! Herkesin bir derdi vardı evet ama önce nefes almak! Adına ne derseniz deyin, bu bir özgürlük tutkusuydu. Böylece, herkesin birbirinin kuyusu kazma peşinde olduğu, herkesin cüzdanından başka bir şey düşünemediği bir peynir labirentinin duvarlarını yıkıp bir kurabiyeyi beş kişiye paylaştırmak için kendini paralayan çocukların evreninde bulduk kendimizi. Gezi buydu. Önünde, arkasında, sağında, solunda, karanlık hiçbir şey yoktu. En çok ondan nefret ettiler zaten, insanların ekmeğini de düşüncelerini de birbiriyle paylaşmasından, kendi kendisini yönetme kabiliyetini fark etmesinden nefret ettiler.
Sonra 17-24 Aralık geldi. Soğuktu, karanlık bir şeydi. Tamam, ‘bıbıcığım’lar filan eğlenceliydi belki ama şaibeli ve meşru olmayan bir şey vardı orada. Bizzat kendileri de çuvallar dolusu parayı aynı makinelerde saymış ve işler bozulmasa saymaya devam edecek olanlar, gözümüzün içine soktukları görüntülerle ahlak gösterisi yaptıklarında, kimse ceketini sırtına geçirip sokağa çıkmadı. Tersine, bir toplumsal hareketin ürünü olmadığı için ve bütün bilgiler gayrı meşru bir kaynağa dayandığı için, bütün o 17-24 furyası, ilginç bir şekilde tapelerde anlatılanların ‘meşrulaştırılması’ sonucunu doğurdu. Hatta AKP tabanının en az yüzde 50’si anlatılanların doğru olduğuna inandığı halde, umutsuzluk ve alternatifsizlik koşullarında tercihini değiştirmedi.
“Bu milletin koyun olduğu” teorileri de ondan sonra daha bir fena hortladı. Bu kadar hırsızlık, yolsuzluk koyduk ortaya, normalde herkesin ayağa kalkıp “yeter” demesi gerekir ama bak sen Allah’ın işine, 7 Haziran’da şöyle bir tökezledikten sonra AKP yeniden iktidar! Sen doldur kasetleri, yap kayıtları, sonra sal ortaya, vatandaş uyansın, sokakta ya da sandıkta, artık her nasılsa iktidarı göndersin, en nihayetinde de kırmızı halı üzerinden zatıâlilerinizi Beştepe’ye davet etsin!
Olmadı ama. Olmazdı da. Geçmişi bırakalım bir tarafa; bugün de olmaz. Daha dün kanımızla banyo yapmaktan söz eden bir faşist mafya şefi, ortaya daha bin tane pornografik kaset salsa, on bin tane hırsızlık, cinayet vakası patlatsa olacak olan şey, her skandalın bir sonrakini meşrulaştırmasından ve en nihayetinde ortada skandal diye bir şey kalmamasından daha fazlası değildir. Mübariz Mansimov o mesele şöyle değil de böyle demiş. Eee? Orhan Adıbelli diye biri mi öldürülmüş? Adını bile duymadım herifin, Allah rahmet eylesin; eeee, n’olmuş? Cem Küçük, 2015’te Kıbrıs’ta ne yapmış? Ay bana ne, n’apmışsa yapmış?
Çöp! Hepsi Çöp! Bildiğin çöp!
Bir şeyi öğreneceğiz önce biz; başka bir şeyi öğreneceğiz: Kendimizi!
Kendimizi öğreneceğiz ve kendimize sahip çıkmayı, birbirimizin elini yeniden tutmayı ve ne olursa olsun bırakmamayı öğreneceğiz. Cihangir’de insanları yerlerde sürükleyen kafayla, Çatak’ta Osman Şiban’ı helikopterden atan kafanın aynı olduğunu, Okmeydanı’nda Berkin’i vuran fişekle Diyarbakır’da 8 yaşındaki Enes Ata’yı vuran fişeğin aynı fabrikada üretildiğini, metroda kadınlara saldıran heriflerle Efrîn’i kadın zindanına çeviren çetelerin aynı kaptan su içtiğini, Pınar’ın katilini ödüllendiren hâkimle Soma’da işçi tekmeleyen adamın aynı tornadan çıktığını öğreneceğiz. “Ya hep beraber ya hiçbirimiz” sözü Bertolt Brecht’ten gelip dilimize yerleşmiş en güzel slogandır, onu öğreneceğiz. Öğreneceğiz, çünkü tam olarak bugünkü gerçeğimizi anlatıyor; çünkü hakikaten bu badireden ya hep birlikte çıkacağız ya da karanlığın içinde yitip gideceğiz.
Gerisi çöp! Hakikaten çöp!
Çöpten malzeme çıkar, tamam ama hareket çıkmaz.