HDP eşbaşkanlarına ve milletvekillerine yönelik 4 Kasım 2016 tarihinde yapılan operasyonla gözaltına alınıp tutuklanan HDP Hakkari Milletvekili Selma Irmak, Öcalan’a uygulanan tecride son verilmesi talebiyle 15 Ocak’tan bu yana açlık grevi eyleminde. Kendisi gibi tutuklu olan HDP 26. dönem milletvekili Burcu Çelik, gazetemiz için Irmak’la eylemi üzerine konuştu.
15 Ocak tarihinden beri süresiz- dönüşümsüz açlık grevi eylemindesiniz. Neden bu eyleme girme gereği duydunuz?
DBP Eşbaşkanımız Sebahat Tuncel ile beraber 15 Ocak tarihinden bu yana süresiz-dönüşümsüz açlık grevine katıldık. Bizimle aynı cezaevinde kalan Necla Atak arkadaşımızın açlık grevi eylemi 50 günü geçmiş durumda. Cezaevlerinde ve dışarıda süren açlık grevi eylemi yapan arkadaşlarımızın ve halkımızın tek talebi olan Sayın Öcalan üzerindeki mutlak tecridin kırılması. Başarıya olan inancımız ve tüm kararlılığımızla bu sürecin içinde yer almaya devam ediyoruz. Leyla Güven’in 8 Kasım’da büyük kararlılıkla başlattığı eylemdeki talebi bireysel değil, tüm toplumu kasıp kavuran faşizan uygulamalara karşı koyuşu ifade eden toplumsal bir taleptir. O nedenle bizler de bir kadın öncülüğünde başlayan böylesi anlamlı bir direniş sürecinin içinde yer almayı bir görev bildik.
Bütün mesele gelip tecrit meselesine ve Öcalan’a yaklaşımda düğümleniyor. Tecrit meselesi neden bu kadar önemli?
Sayın Öcalan’ın üzerindeki tecridin toplumsal anlamını defalarca dile getirdik. Defalarca dile getirmenin gerekliliğine inanıyorum. Zira üç maymunu oynayan iktidara; kör, sağır edilmiş korku ve algı politikalarıyla adeta hissizleştirilmiş topluma bu tecridin aslında hepimize olduğunu anlatmak için daha çok çaba göstermek gerekiyor. Kürt sorunu cumhuriyet tarihinden – hatta çok ötesinden- beridir tüm ötekileştirilen, dışlanan, inkara ve imhaya tabi tutulan diğer sorun alanları gibi -inanç, mezhep, kimlik, muhalif düşünce vb.- rejimin mücadele ettiği en temel sorunların başında gelmektedir. Bu durum esasında bilinçli tercih edilmiş “beka” sorunu etrafında büyütülen bir korku politikasının yarattığı, demokrasiyi rafa kaldırma, tercih etmeme, sürekli tekçiliğe yürüyen bir rejim sorunudur. Ancak geldiğimiz noktada, artık mızrak çuvala sığmamakta; baskı, zor, inkar, imha, hatta soykırım işe yaramamaktadır. Geçmişte de işe yaramadı, bugün de işe yaramıyor, yarın da işe yaramayacaktır. Tüm zamanlar boyunca hükümetçi iktidarlar “beka sorunu” örtüsü altında bir düşman ya da düşmanlar yaratmış, toplumu yandaşlar, vatanseverler ve vatan hainleri diye ayrıştırmış, kutuplaştırmıştır. Aslında bu bir nevi böl-yönet politikasıdır.
Tüm ekonomik, toplumsal sorunlar, devletin vatandaşına karşı en asgari sorumluluklarını yerine getirmemesi, alavere dalavere ve yalan üzerine kurulu manipülasyonlarla örtülmüş görünmez kılınmıştır. Tıpkı şimdi partili cumhurbaşkanına kitlelerin domates, biber, patlıcan diye sorduğu sorulara Cumhurbaşkanı “ya mermi, tank, top, ya beka sorunu” diye cevap vermesi gibi. AKP, 200 yıllık bir sorunu çözüp tarihi bir süreç yazmak yerine bugün domates soğan kuyrukları oluşturan bir hükümet olarak tarihe geçmeyi tercih etmiştir.
Sayın Öcalan’ın üzerindeki tecrit tam da bu noktada barışçıl çözümün kapılarının kapanmasıyla başlamıştır. O gün bugündür toplumun her kesiminin üzerindeki baskı, tehdit, şiddet sarmalı her gün daha da ağırlaşarak devam etmektedir. Sayın Öcalan’ın üzerindeki tecrit toplumsal bir tecrittir derken, bu durumu kastediyoruz. Sayın Öcalan’ın üzerindeki tecridin kalkması demek, baskı, şiddet zincirinin kırılması, toplumun nefes alması, geleceğe güvenle bakması demektir.
Yeniden barış ve müzakere sürecine geri dönme, demokratik çözüme yeniden kapı aralanması demektir. Faşizmin panzehri demokrasidir, demokrasi mücadelesidir. Sayın Öcalan, kendisiyle ne zaman diyalog kurulmuşsa, iğneyle kuyu kazar gibi çatışmasızlık ve can kaybının önlendiği bir çözüm sürecini, toplumsal barış umudunu yaratmaya çalışmıştır. Tecridin kaldırılması, güvenlikçi, tekçi politikaların terk edilmesi anlamına gelecektir. Hükümet Kürt karşıtlığı, Kürt düşmanlığı, kadın düşmanlığı politikalarında ısrar ettiği için Sayın Öcalan’ın üzerindeki tecritte de ısrar etmektedir. Bizim talebimiz böylesi kapsamlı bir politika değişikliğini içeriyor.
Sevgili Leyla Güven’in de ilk gün belirttiği ve sonuna kadar kararlılıkla arkasında durduğu, bizim de bu ortak düşünceyle yanında durduğumuz talep, toplumun topyekûn tecride mahkûm edilmesine karşı toplumsal bir güçle karşı koymak ve süreci tersine çevirmektir. Bir diğer deyişle faşizmin hepimizi sürüklediği dehşet nehrine karşı canımız pahasına kürek çekmektir. Bu direnişin odak noktası ve başlangıç halkası da Sayın Öcalan’ın üzerindeki tecrittir. AKP hükümeti şiddet politikasını Sayın Öcalan’ı tecrit ederek başlatmıştır. O halde kaybedilen, kaybolduğu yerde aranmalıdır. Faşizm direnenlerin, milyonların etrafında kilitlendiği bu taleple yani tecridin kaldırılmasıyla kırılacaktır.
İktidar, Öcalan’a yaklaşım konusunda neden bu kadar katı? Tecrit meselesini sadece iktidarın uygulaması olarak nitelendirmek mümkün mü? Değilse bu politikanın arkasında kim ve kimler var, amaçları ne?
Bu devletin temel taşları İttihat ve Terakki’yle beraber Türkleşmek, İslamlaşmak olarak döşendi. 1924 Anayasası’yla birlikte de devletin karakteri, Türk-Müslüman-Sünni- erkek egemen olarak tamamlandı. Bir de bu anayasadan çok daha kapsamlı daha katı ve erk olan bir yazısız anayasa mevcuttur. Söz ettiğimiz karakteristik özellikler aynı zamanda devletin beka sorunu, kırmızı çizgileri, asla geçilmeyecek, geçilmesi teklif dahi edilemeyecek sınırlardır. AKP hükümeti ve lideri devlet aklının geleneksel ezberini bozan bir tutum aldı ve bir süreç başlattı; Sayın Öcalan’la Kürt sorununu müzakere etmeye ve demokratik barışçıl bir çözüme doğru pragmatist sebeplerle de olsa bir adım attı. Kendilerinin de beklemediği toplumsal bir destekle karşılaştı. Tam da bu noktada devletin alarm zilleri çaldı.
AKP hem umduğunu bulamamanın hayal kırıklığı hem de kendisi için tüm tehlikeli riskleri mayınlı alana ayak bastığı için hızla geri adım attı. Bana göre esasında AKP’nin geriye doğru sayması ve şiddet ipine hızla sarılması, çözüm sürecini yönetememenin yarattığı korku ve paniğin sonucudur.
AKP bugün cesaretsizliğinin ve kendi yarattığı korkunun esiri durumundadır. Devletin derin kodları harekete geçmiştir. Kürt siyasetini toplumsal muhalefeti, kadınları, ağzını açan herkesi bu kadar döven AKP kendi güvenliği adına birilerine kefaretini, diyet borcunu ödüyor.
MHP’nin, AKP’ye kayyum olarak atandığı benzetmesi sadece ironik değil, bir gerçeğe işaret etmektedir. Keza MHP’nin mayoz bölünme ile başka renkte ama aynı özde bir partinin oluşumuna yol açması sadece kayıkçı kavgası değildir.
Devletin kutsal bekası etrafında derin klik yeniden mevcuda gelmiş, işbaşındadır. “Fıtratı” gereği devletçi politikalara teşne olan, demokrasiye alerjisi olan AKP ve kayyumu MHP, bu kliğin eşbaşkanlığını yapmaktadır. Yani AKP iktidardaymış gibi görülebilir ama uzun bir süredir muktedir değildir. Sayın Öcalan’a yönelik yürütülen bir devlet politikasıdır.
MHP, AKP’yi, İP de her ikisini denetleyen pozisyondadır. AKP bugün devletin geleneksel güvenlik politikalarının dışına çıkma şansı ve imkanına sahip değildir. Toplumu denetime almak için baskı ve şiddet politikalarına faşizan uygulamalara dur durak bilmeden devam etmek zorundadır. Durursa düşeceğini bilir. AKP bu prangayı ayağına Sayın Öcalan’ın üzerine kilit vurduğu zaman takmıştır. Bununla beraber direnmenin coşkusu, heyecanı mutluluğu huzuru hiçbir şeyle ölçülemez.
Maddi-manevi her tür zorluğa seve seve katlanmayı sağlayan işte bu kadim insanlık duygusudur. Öte yandan eylemciler arasında kelimelerle ifade edemeyeceğim bir bağ oluşur. Kocaman bir aile oluyorsunuz. Birbirinizi hiç görmeden tanımamış bile olsanız o anda bir tür kardeşlik bağı ve sempatisi oluşuyor.
Bu tür eylemlerde daha çok ailelerin kaygıları ön plana çıkıyor. Sizin ailenizin yaklaşımı ne oldu?
Açlık grevi eylemi en zor direniş eylemlerinden biridir. Bedenini bir mum gibi dirhem dirhem eritip etrafı aydınlatmak, çok zorlu ama bir o kadar anlamlı bir eylem biçimidir. Kuşkusuz aileler için çok zor zamanlardır. Boğazdan neredeyse hiç rahat lokma geçmez, hep bir burukluk, endişe hali vardır. O dönem herkes sadece yaşamak için yer. Ben kendi ailemden biliyorum, evde benim sevdiğim hiçbir yemek pişmez mesela. Ama ailelerin bu en zor duygusal imtihanı, bizlere olağanüstü bir destek moral olarak yansır.
Benim annem her greve girdiğimde kahrolur, üzülür ama desteğini asla esirgemez. Yanımda olduğunu bilirim. Bu açlık grevimde de böyle oldu. İlk telefon konuşmamızda bana söylediği ilk şey: “Kızım, senin açlık grevi yaşın geçmedi mi?” Açık söylemek gerekirse böyle bir tepki beklemiyordum. Cevabım onun sorusu kadar zalimce oldu: “Benim yaşlandığımı mı ima ediyorsun Emine sultan? Ama ben yaşlanıyorsam sen de yaşlanıyorsun demektir, ona göre!” Tabi ki benim annem de Emma Goldman değil, Emine ana… Yani her anne gibi endişelenir, üzülür ama gurur da duyar, yanımda durur. Bu bir toplumsal mücadele ve ailelerimiz de bu mücadelenin bir parçası olmuşlardır her zaman.
Leyla Güven bu direnişin fitilini ateşledi. Şimdi yüzlerce insan bunu sürdürüyor. Kadınların bu direnişe öncülük etmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kadınlar her zaman savaşın, göçün, yoksulluğun baskı ve şiddet politikalarının, faşizmin hedefi olmuşlardır. Bu politikalardan en fazla nasibini alan hep kadınlar olmuşlardır. Bu nedenle kadınların direniş süreçlerinin öncüsü olması şaşırtıcı değildir. Bugün de sevgili Leyla’nın yaktığı meşalenin dışında onlarca, yüzlerce kadının yürüyor olması kadının özgürlük ruhunu, dirayetini, gücünü göstermektedir. “Bu böyle gitmez, kadınlar izin vermez” sözünün bu eylemle bir kez daha ortaya konulduğunu gururla söyleyebiliriz.
Daha önce benzer eylemler yapıldı. 2012 açlık grevleri çözüm sürecinin başlangıcı oldu. Ancak 2016 direnişi tecridi kırmadı, sadece bir görüşme ile sonuçlandı. Bu direniş nereye evrilecek, nasıl sonuçlanacak?
Bu eyleme ilk adım atıldığında, “koşullar uygun mudur?”, “devlet adım atar mı?”, “toplum destekler mi?” gibi hiçbir kaygıya yer verilmedi. Sevgili Leyla ilk açıklamasında başaracağına olan derin inançla, yaşam deneyiminden aldığı bilgelikle ve hiçbir tereddüde yer vermeyen kararlılıkla, başarma umudunu ve cesaretini hepimize bulaştırdı. Kesin karanlığa karşı ışık olma gücü böyle bir şeydir kanımca. Başarmak için her zaman bir yol vardır: Ya yol bulunur ya yol açılır. Leyla, kadın duruşuyla yolun ta kendisi oldu esasında. Gerisi zaman işidir. Tek temennimiz, hiçbir yol arkadaşımızı kaybetmeden özlem duyduğumuz, bizi bekleyen bahara kavuşmaktır. “Barışı getiremedik” diye Barış Anneleri’ne seslenen Leyla’nın özeleştirisi hepimizin özeleştirisidir. Bu eylemle Sayın Öcalan’ın üzerindeki tecrit sistemi darmadağın edilecek, tüm toplum tecrit esaretinden kurtulacaktır. Buna tüm yüreğimle inanıyorum. Yeter ki öğrenilmiş çaresizliği beynimizden ve yüreğimizden silebilelim. Başta kadınlar olmak üzere, herkese en derin selam, saygı ve sevgilerimi gönderiyorum.
Dışarının içeriyi duyması büyük destektir
Açlık grevi eylemini sürdürürken ne tür zorluklar yaşıyorsunuz? Cezaevinden bu eylemi sürdürmenin yarattığı ruh halini, duygu dünyasını anlatabilir misiniz biraz?
Yaşamımın 10 yılı aşan sürecini cezaevinde geçirdim. Bu arada sayısız açlık grevi eylemine girdim. Cezaevlerinde açlık grevi sürecinin en büyük zorluğu, cezaevi idarelerinin bu sürece özgü baskıcı ve işkence politikalarıdır. Cezaevi idareleri eylemi boşa çıkarmak, irade kırmak için akla hayale gelmeyen yöntemlere başvurur. Her şeyi size karşı bir işkenceye, bir baskı unsuruna çevirebilir. Geçmişte hatırlıyorum, açlık grevindeyken haftalarca sıcak su verilmedi. Konya’nın soğuğunda soğuk suyla banyo yapmak zorunda kaldık. İaşelerin verilmemesi bir tür terbiye etme yöntemiydi. Şimdi sürgünlerin, tek hücreye atmanın, disiplin soruşturmalarının, koğuş aramaları ve baskınlarıyla fiziksel işkencenin yürütüldüğünü her gün duyuyorsunuz. Ancak en zor süreçleri de deneyimleyen biri olarak ifade edebilirim ki bu tür insanlık dışı muameleler eylemleri daha da dirençli ve iradeli, kararlı kılmaktadır. Cezaevinde açlık grevlerini en çok etkileyen faktör, dışarıyla kurulan bağdır. Dışarının içeriyi duyması, hissetmesi, sesine ses olmasıdır. En büyük güç, motivasyon kaynağı bu destektir. Zira hiçbir açlık grevi bireysel bir taleple başlamaz. Talepler daima toplumsaldır. İnsan onuruna aykırı tutumların protestosu dahi haksız, hukuksuz uygulamaların herkes için herkesin yararına kaldırılması amacını taşır. Hal böyleyken toplumsal sessizlik can kaygısından çok kalp kırıklığına yol açıyor.