Vargas Llosa’nın “Dünya Sonu Savaşı” romanını bu yılın ocak ayında inat edip okumuştum. Gerçekten inat ama! Sabredip 856 sayfayı bitirdim. Llosa, politik olarak berbat biri ama iyi bir yazar ve “Dünya Sonu Savaşı” da iyi bir roman, öyle ki hiçbir sayfasında “yeter artık” deyip elimden bırakamadım; ara sıra karakterleri bir kâğıda not alarak, zaman zaman da Google yardımına başvurarak Llosa’nın anlattığı isyanı anlamaya çalıştım.
1890’larda Brezilya’da gerçekleşiyor olay ve “Canudos Savaşı” olarak tarihe geçiyor. Aslında bir ayaklanma da değil; kimseye saldırdıkları yok. Bir tür ‘çileci vaiz’ olarak tanımlanabilecek Antônio Conselheiro’un çevresinde toplanarak Canudos kasabası ve çevresine yerleşen, ülkenin her tarafından yalınayak gelen binlerce müritlerle gitgide kalabalıklaşan bir tür ‘kafasına göre takılan bölge’ hikâyesi bu. Bizim sevgili yurdumuzun yürürlükteki yaklaşımları üzerinden bakılırsa eğer, adam şeriatçının önde gideni! O günlerde ilan edilen ve aslında yoksullar için monarşiye oranla zırnık değişiklik yaratmayan cumhuriyete ve (resmi nikâh gibi) laik uygulamalara karşılar, İsa’nın yolundan gidiyorlar, vs. vs…
Fakat her şey o kadar basit değil. Ülkenin her yanından gelen on binlerce yoksul insan, kendi kendini tecrit etmiş bir şekilde, zamanla neredeyse bir komünal yaşam inşa ediyor Canudos’ta. Paranın, sınıfsal hiyerarşinin olmadığı, bütün erzakların ve yaşam malzemelerinin topluluk depolarında toplanıp ortak yemekhaneler ve dağıtım noktaları yoluyla eşit bölüşüldüğü, hatta alışılmış olanın tersine, kıdemli ve rütbeli olanların daha az yemek yiyip daha kötü giyindiği ve -vücuduna dikenli tel sarmak gibi- ‘çileci’ tutumlar gösterdiği garip bir ‘İsa kardeşliği’ dünyası bu. Conselheiro desen zaten bildiğin “bir lokma bir hırka” yaşıyor; hatta lokma bile yok, sade hırka! Bir ayaklanma halinde olmadıkları halde devlet tarafından hedef alınmalarının sebebi de, bu yaşam biçimlerinin şöhreti ve mürit sayısındaki hızlı artış gibi görünüyor. İşe bu tarafından bakıldığında, Canudos ahalisi, üstüne üniforma giydirilmiş haydut ve tecavüzcülerden oluşan Brezilya ordusuyla kıyaslanamayacak bir ahlaki üstünlük seviyesinde duruyor ve bu durum, Canudos’a her gün yeni ‘hacı’ kafilelerinin katılmasına neden oluyor.
Canudos’ta bir park
Neyse işte, sonunda toplam dört askeri sefer yapılıyor Canudos’a. İlk üçünde topluluğun askeri dehaya dönüşmüş yetenekli askeri komutanları tarafından yenilgiye uğratılan ordu, dördüncüde on binlerce asker ve toplarla gelip kasabayı dümdüz ediyor; çocuklar dahil yaklaşık 30 bin kişiyi imha ediyor, bütün kadınlar tecavüze uğruyor ve Conselheiro’un kesilmiş kafası bir sırığın ucunda sergileniyor.
Böylece bir macera bitiyor. Ama tartışma bitmiyor tabii. Brezilya’nın en ünlü tarihçileri, Canudoslulara yöneltilen “Monarşist komplo” suçlamasının düpedüz yalan olduğunu, asıl monarşistler olan kentli beyazların bu ‘ayaktakımı’ndan iğrendiklerini ve asla ilişkilerinin olmadığını ortaya çıkarırken, bütün savaşın “yoksul zavallılara yönelik şerefsiz bir katliam olduğu” kanıtlarıyla belirleniyor.
Peki, sonra Cumhuriyet ne yapıyor? Bu satırları yazarken 1986’da kurulan Canudos Eyalet Parkı’nın fotoğraflarına bakıyorum. Bir anıt olarak hizmet veren parkın amacı şöyle belirtiliyor: “Antônio Conselheiro’nun önderliğindeki şehitlerin unutulmaması için…”
Cadde filan değil, dikkat buyurun; parktan söz ediyorum. Bildiğin anıt yani.
Tarihe nasıl bakılmalı
Şüphesiz, insan insana benzemez, ülke de ülkeye. Bu açıdan tarihsel olaylar arasında doğrudan benzerlikler kurmak tehlikelidir bazen. Bunu da yapmıyorum zaten. Tek söylemek istediğim şey, tarihin tek bir cephesinin olmadığı, farklı sınıflar, farklı halklar, dini inanışlar, vb. açısından değişik yorumların da olabileceği, bu açıdan kafamızdaki yerleşik yargıların sorgulanabileceğidir. Bunun çok tipik örneğini kişisel bir deneyim olarak henüz ortaokuldayken, Pal Sokağı Çocukları’nı okuduğumda yaşamıştım. Kitabın başında bir yerlerde, sınıfta tarih dersi görülürken, belleğim beni yanıltmıyorsa eğer, Macar komutan ve devlet adamı Janos’tan bir kahraman olarak söz ediliyordu ve ben MEB müfredatından geçmiş biri olarak kendi kendime şöyle demiştim: “E, biz bu herifi perişan etmiştik ya; ne kahramanı?” Sonra, biraz durup düşününce, dedim ki, “Oğlum kafanı çalıştır biraz, onlar Macar!”
Şimdi, şu malum Şeyh Said meselesi, bir vesileyle yeniden açılınca, daha doğrusu ulusalcı/şoven cephe yıllık “Şeyh Said taşlama” ayinine başlayınca, bir kez daha bütün bunları hatırladım.
Aslında, bir yanından bakıldığında tartışma çok karmaşık değil. Çok basit ansiklopedik bilgiler bile yeterli.
Osmanlı bürokrasisinin son kuşağı, bir savaş yönetiyor ve böylece ortaya bir manzara çıkıyor. Bu kuşak, aslında elinden gelse Balkanlardan Ortadoğu’ya kadar imparatorluğun eski topaklarının hepsini “kurtarmak” isterdi belki ama uluslararası durum ve kendi yorgunlukları sonucunda -Enver gibi ultra hayallere kapılmadan- elde ne kalmışsa onunla yetinmeye mecbur kalıyor, elde olanın üstüne de bir Cumhuriyet kuruyor. Ancak burada çok ciddi bir sorun var: Sen bu coğrafyaya bir Cumhuriyet kuruyorsun ama o coğrafyanın topraklarının tamamı sana ait filan değil. Orada, başka topluluklar var ve esas olarak da başka bir ulus var. Toprakları dört ayrı devlet tarafından gasp edilmiş, kocaman bir ulus.
Ev güzel bile olsa
Yani, sevgili Musa Anter’in muhteşem benzetmesine gönderme yaparak söylersek, sen şu arsaya ev yapıyorsun ve bana bu evin, havadar, güzel, mis kokulu olduğunu söylüyorsun ama arsanın bir bölümü senin değil. Üstelik sen onların varlığını bile inkâr ediyorsun. O sahipler, “bir dakika dur bakalım” dediğinde ise “benim gencecik Cumhuriyetime kast edenler” diye tankını topunu devreye sokuyorsun. Burada senin “ama bak bu ev çok şahane, jakuzisi bile var” filan demen bir anlam ifade etmiyor; adam istemiyorsa istemiyordur; bu kadar basit.
Bu bir tarih mi? Evet, tarih. Ama SENİN tarihin. ONLARIN değil. Ayıptır söylemesi, onların ve dünyadaki tüm ulusların da tarihleri var. Senin meşru olarak gördüğün şey mesela, onlar için suç; senin isyan dediğin şey, onlar için hak. Sen, birey ya da örgüt olarak, KENDİ tarihine ekleniyor, onu meşru buluyor ve ONLARIN tarihini yok sayıyorsan; bunun ortaya çıkardığı sonuçlara ağlayamazsın. “Cumhuriyetimiz…” diye çoğul bir cümleye başladığında kast ettiğin şey, aslında tekildir, SENİN cumhuriyetindir, ONLARIN değil.
Mesele bu kadar basit. Adına sol, sosyalist ya da ne dersen de, işe buradan başlamadığında varacağın yer, “ben üstünüm ve benim haklarım diğerlerinden daha fazla” cümlesidir.
Cımbız kötü bir alettir
Özel olarak Şeyh Said meselesine geldiğimizde ise orada işin ABC’sinden biraz daha fazlası var. Ama aslında bir açıdan yine her şey çok basit. Her ülkenin tarihinde, o ülkede modern anlamıyla bir devrimci hareketin zuhur etmesinden önce toprak tümüyle boş değildir. Bazen yüzyıllarca geriye giden bir tarih içerisinde, değişik saiklerle ortaya çıkan isyanlar, toplumsal hareketler, onlara liderlik eden insanlar ya da gruplar vardır. Bu grupları ve insanları, ışınlayıp bugüne getirirsek sever miyiz, benimser miyiz, bilmem ama vardır onlar. Nasıl beri tarafta, bir ucu Şeyh Bedreddin’e, diğer ucu belki Namık Kemal’lere giden bir akış varsa mesela, öte tarafta da bir ucu Mısır’a, Paris’e, Şam’a ve Ağrı’ya kadar uzanan başka bir akış vardır. Bizim taraf tarihtir, öte yandakiler çöptür diyemezsiniz. Ve bu tarihin figürleri, bizim şu andaki düşünce ve davranış yapımıza uygun olmak zorunda da değildir; öyle olsaydı adına tarih demezdik zaten. Şeyh Said isyanı denilen vaka, Kürt ulusunun tarihinde bir sayfadır. Öte yandan vaka, Şeyh Said’den ibaret de değildir. Ama bütün bunların önemi yok. İsyan, bir realitedir; onun liderleri de bir realitedir. Siz o realiteyi beğenmeyebilirsiniz ama “BİZİM cumhuriyetimize karşı…” diye söze başlarsanız, derdiniz artık X şahsının dini/siyasi düşünceleri değil, SİZİN cumhuriyetinizin “korunması” olur ve nihai olarak o cumhuriyete her türlü kasaplık hakkını tanımış olursunuz. Bu kadar basit.
Sahiplenme ve tekrarlama
İkinci olarak da şunu atlamış olursunuz: Halkların toplumsal hareketler tarihindeki her yeni girişim, eskisinin devamı olduğu kadar onun pratik yoldan yapılmış dolayımlı bir eleştirisidir de. Her yeni, eskinin ucuna eklenir, onu reddetmeden ama onu aşarak ilerler. Bu anlamda, günümüzün Kürt hareketi de, kendisinden önceki isyanların basit düzeyde tekrarı olarak değil, onların aşılması olarak ortaya çıkmıştır. Artık söz konusu olan 1920’lerin dünyası ve düşünme biçimleri değil, yeni bir konsepttir. Yoksa ‘yeni’ olmanın bir anlamı yoktur. Bugünkü Kürt hareketi, Şeyh Said’i ya da Kürt tarihindeki diğer figürleri kendi tarihinde bir yere koymakla birlikte, onların ideolojik paradigması ve mücadele biçimleriyle değil, kendi özgün yaklaşımı ve düşünme, mücadele etme biçimleriyle ve ayrıca buna denk düşen örgütsel formatlarla ilerlemektedir. Esasen bugünkü somut manzara da uygundur. Bütün bunları bir yana koyup, “tarihsel sahiplenme” ile “tekrar etme” arasındaki farkı görmemek, daha da öteye geçip kadınların öncülüğünde DAİŞ’in köküne kibrit suyu eken insanları ‘şeriatçılık’la suçlamak, iyi niyetten uzak bir yaklaşımdır; demagojiktir.
***
Sonuç itibarıyla, sorun gerçekten de derdinizin ne olduğudur. Herhangi bir olguyu anlamanın tek yolu, ona yüzünüzü dönmektir; arkanızı değil. Burçlara saçma sapan pankartlar asmadan öte yapmanız gereken şey bu: Yüzünüzü dönmek ve anlamak…
Gerisi boş laf!