Hiçbir insan topluluğu sebepsiz olarak yerini, yurdunu bırakarak yaban ellere göçmek istemez. Savaş, diplomasi, uluslararası anlaşmalar, doğal felaketler, siyasi baskı, açlık vb. insanları göç yollarına düşürür. Kadim birkaç topluluk hariç, (Amerika’da Latinler, Ortadoğu’da Kürtler, İranlılar, daha aşağılarda Hintler ve Afganlar…) göç etmeyen kavim, boy, millet ya da aşiret yok gibidir… Başka türlü söylersek, dünyanın yerlisi yoktur, henüz göç etmemiş insan toplulukları vardır. Öte yandan, yabancı düşmanlığı dediğimiz şey, temelde göçler ve göçmenler üzerinden harekete geçen/geçirilen bir siyasi kültürel faaliyet dizisidir. Ama nefret edilen yabancı kimdir? Örneğin, şimdi Suriyeliler üzerinden göçmenlerden nefret edenler, Kırım savaşının ardından (T. Erdoğan’ın ağırlandığı Kremlin sarayında heykeli bulunan Çariçe II. Katerina Kırım’ı Osmanlı’dan alınca) İstanbul ve Marmara bölgesine yerleşmiş Kırımlı, Çerkes, Tatar Müslüman/Türk göçmenlerin torunlarıdır… 1926 Nüfus Mübadelesi’nde Yunanistan’dan Türkiye’ye gelen Müslüman Türklere “Rum dölü” denilmiş, köylere sokulmamışlardı… Aynı şekilde, Türkiye’den Yunanistan’a giden Yunanlar da Yunan kentlerinde iskân edilmemiş, Atina’nın kenar mahallelerinde kara para ekonomisinin aktörleri olmak durumunda kalmışlardı…
O zaman olduğu gibi şimdi de, insanlar, emperyalist savaşların, diplomatik hesapların, neo-liberal politikaların sonucu olarak yerlerinden edildi, göçmen oldu, mülteci oldu… AKP’nin Yunanistan sınırına yığdığı göçmenlerin çoğunun Afgan ve Suriyeli olmasını, savaş gerçeği üzerinden sorgulamalıyız. Afgan halkı nesillerdir savaşın içinde buluyor kendini. Yemen’de, Suudi Arabistan ve hempaları kitle katliamlarına imza atarak büyük göç dalgası yaratmanın yanında salgın hastalıklarla Yemenlileri ölüme mahkûm ediyor. ABD’nin İran’ı köşeye sıkıştırma amacıyla AKP’yi yanına alarak Suriye’de başlattığı savaş milyonlarca insanın ölümüne, milyonlarca insanın göç etmesine sebep oldu.
Kolonici-sömürgeci sistemlerde asıl yabancı her zaman sermayedir, bu yabancılık insanı yersiz yurtsuz hale getirir ve bu yurtsuzlaştırma belirli bir birikimin sonucunda ister istemez yıkıcı bir etkiye ulaşır. Emperyalist paylaşım savaşları insanları yurtlarından ederken, savaşı başlatan ya da destek veren gelişmiş kapitalist ülkeler göçmenlerin varmak istediği ana hedef durumuna gelirler. (90lı yıllarda yakılan, boşaltılan Kürt köylerinden göçen insanların metropolleri Kürt gerçeğiyle tanıştırması müstesna bir örnektir.) Göçmenlere “istilacı” suçlaması yapılsa da, AfrikaAmerika-Avustralya kıtalarının istilacı beyazlar tarafından kolonileştirilmesi, yerlilerin zincirlenerek köle olarak kullanılmak üzere Avrupa ve Amerika’ya götürülmesi istilacılığın ta kendisidir.
Bugün yaşanan savaş, göç, salgın hastalık ve ekonomik krizin tarihteki benzeri “Kavimler Göçü” olarak bilenen olaydır. Roma İmparatorluğu’nun yaklaşık beş yüzyıl boyunca Avrupa, Afrika ve Ortadoğu’da büyük bir hâkimiyet kurarak, ele geçirdiği bölgelerde tarımsal ürünün artı değerine el koyması, yerel vasallerden haraç ya da doğrudan doğruya koloni ticaretiyle sömürmesi bitmeyen savaşlara, göçlere sebep oldu. Balkanlar’dan Avrupa’nın en batısına kadar, yer değiştirmeyen millet kalmadı. Kavimler göçü olarak bilinen bu hadisenin kökeni, günümüz neo-liberalizminin saldırganlığına benzeyen Pax Romana’nın batıda, Çin İmparatorluğu’nun doğuda geliştirdiği kolonyal saldırganlıktı..
Bu saldırganlık, dünyanın değişik yerlerinden gelen kavimleri, Balkanlardan Batı Avrupa’ya doğru sıkıştırdı ve kavimler sıkıştıkça patlayıcı bir güce dönüştü, 5. yüzyılın sonuna gelindiğinde Roma İmparatorluğu, kendi iç karışıklıklarından ve Kuzey Avrupa’da kavimlerin yapmış olduğu baskıların sonucunda çökmeye başladı. Şimdi tarih bir kez daha tekerrür ediyor; koloniciler insanı yurtlarından etmişken, canavarın kalbi yeni bir veba (corona) salgınıyla sarsılıyor; göçmenlerde neredeyse aynı noktadan ikinci kez; Türkiye Yunanistan sınırından ve Akdeniz üzerinden Roma İmparatorluğu’nun kalelerine bir kez daha ilerliyor…
Doğanın ve insanın sömürgeleştirilmesi yeni savaşlara, yeniden göçlere, yeni salgın hastalıklara ortam hazırlıyor. Her şeye sahip olmak isteyenler, kendileri de içinde olmak üzere insanlığı ve doğayı büyük felaketlere doğru sürüklüyorlar. “Başka bir dünya mümkün” sloganını tekrar hatırlamanın zamanı geldi ve hatta geçiyor bile…