‘Barışın muhatabı kim midir, kimler midir, sahiden birileri midir yoksa zihniyet midir, yoksa aslında o zihniyeti 70 küsur yıllık yaşam pratiğiyle temsil eden midir? Bu soruların hepsi zihinde canlılığını koruyadursun…’
Ruşen Seydaoğlu*
Kim olduğumuz, bir yandan kültürel geçmişimizi canlı tutabildiğimiz oranda geçmişe diğer yandan yaşamın içinde edindiğimiz anlık tecrübelerin etkileriyle dönüştüğümüz hale dayanır. Hatırlama, unutma ve bunların etkisiyle yaşadığımız dönüşüm, kimliğimizi oluşturan gerilimli edimlerdir.
Unutmak özgür bir ortamda, yaşamın doğal akışında, gündelik deneyimlere dair ve kısa süreliyse sorun anlamına gelmeyebilir. Peki ya yüzlerce hatta binlerce yıl sürmüşse, içinde ayrımcılık, kaybetme, üretimden koparılma varsa? Ya da edilgenleştiren, kendisine dayatılanı kabul etmek zorunda bırakan bir güçten geliyorsa? Halkların, inanç gruplarının ama aslında ilk sömürge olarak kadınların unutma süreci tam da bu soruların cevaplarında aranabilir. Her biri sömürgeleştirilmeye çalışılan bu özneler, toprağa dokunmaktan mahrum bırakılarak, duaları tahrip edilerek, kutsallarının yerine yenileri konularak, kendilerini ifade ettikleri dile kullanım alanı tanınmayarak, görünüşleri, yaşam alanları, üretim aygıtları değiştirilerek “aslından” koparılıp yeni ve iktidardan gelene uyumlulaştırılmaya çalışılır. Çünkü tahakküm odakları kadınların ağıtlarının, ninnilerinin ve masallarının kadınların yaratıcı-dönüştürücü gücünden geldiğinin, bir zamanlar aslında yaşanan hikayelerle oluşturulduğunun ve bunlar değiştirildikçe hayata dair etik-estetik yaklaşımların da değişeceğinin bilincindedir. İlk saldırısı kadına yönelen devamında toplumun tüm kesimlerine uygulanan sömürgecilik pratiği işte buralarda başlar.
Herkesin sömürgecinin çemberi içinde tutulduğu, hafife alınmayacak kadar geniş bir kesimin sömürge olmaya ikna edildiği ve diğerlerinin de bizzat bu ikna edilenler eliyle çemberin içine çekilmeye uğraşıldığı yaşamda, unutturulan nasıl hatırlanabilir? Jineolojî mutlak bir unutmanın mümkün olmadığını, doğru koşullar ve birliktelikler yaratıldığı ölçüde kadının yaşamsal bilgisinin yeniden hatırlanacağını söylüyor. Tartışma tam da bu söylem ile iktidarla barışmaktan çıkıp toplumsal barışın esas alınması gerektiğine geliyor. Mevcut sistem içinde unutturulan kadın-yaşam bilgisi yeniden hatırlanmadıkça sahici bir barışın mümkün olmayacağı belirlemesi hem iktidarın bilgi yapılanmalarına hem de bu bilgi yapılanmalarının savaşı meşru ve sonsuz hale getirmesine itiraz ediyor.
Mevcut aklı ve yapısıyla iktidarla barışmak; binlerce yıldır şekil verdiği toplumlar da hesaba katıldığında neyi değiştirir ki? Kadın ve erkek arasındaki ilişkinin anlamdan ve üretimden yoksun, saldırgan, yok etmeye dayanan durumu, kadınların birbirleriyle olan ilişkilerinin erkek egemen-kapitalist sistemin etkisiyle yenen-yenilen ölçüleriyle kurulması ve her iki ilişkilenme biçiminin de toplumsal doğadan-yaşamdan uzakta, betonların içinde ve arasında sürdürülmesi tesadüf değildir. Kadın ve erkek arasında başlatılan savaş peyderpey toplumun tüm alanlarındaki hâkim anlayışa dönüştürülür. Bu hale getirilmiş kişilikler ve yaşam pratikleri barış içinde, beraber yaşayabilmenin mümkün olmadığına, iktidarların her zaman tepelerinde durması gerektiğine inandırılır. İktidar da bizzat inşa ettiği bu inançla varlığını sürdürür. Savaşılacaksa da barışılacaksa da mutlak muhatap olarak kendini sunar.
Toplumsal barışın yoluysa kadın ve erkeğin üretici-özgür ilişkiyi birbirlerinden başlayarak dalga dalga toplumun her kesimine ve dahil oldukları her topluluğa taşıyabilmelerindedir. Doğayla uyumlu olmayı yeniden yaşamın esası haline getirmek, görmemizin engellendiği her şeye dair görüş mesafesini açar. Bu görüş mesafesi en çok da kendini toplum dışı ama mutlak olarak sunan şeyin toplumu düşünmeme, duygusuzluk ve eylemsizlik haline ittiğini ama nasıl da çalışmadığını gösterir. Toplumsal barışın kendini kapitalizm ve patriarkaya dayandıran akıldan gelmeyeceğini, gelse bile kalıcılaşmayacağını anlamak, barış tartışmasının toplumsal bir mesele olduğunu görmeye, unutturulanı hatırlamaya dayanır. Tam da bu sebeple barışın aklını ve eylemini kadının toplumsal hafızası ile inşa etmek gerekir.
Barışın muhatabı kim midir, kimler midir, sahiden birileri midir yoksa zihniyet midir, yoksa aslında o zihniyeti 70 küsur yıllık yaşam pratiğiyle temsil eden midir? Bu soruların hepsi zihinde canlılığını koruyadursun… Kadın-erkek, kadın-kadın, insan-doğa ilişkilerini daha fazlasını özgürlük, eşitlik ve toplumsallık üzerinden kuran eşyaşam önerisi, düşünmeme, duygusuzluk ve eylemsizlik haline karşı toplumsal barışın yeniden toplumsallaşacak ilişkilerle kalıcı olacağı ve ancak toplumsallaşabilmiş bir halkın muhatap-özne olabileceği iddiasıyla barış tartışmasına esaslı bir katkı sunuyor. Unutma karşısında hatırlamayı oluşturmak, bu gerilim ile iktidarın toplumlara ne yaptığının farkındalığını diri tutmak eşyaşam sistemine neden ihtiyacımız olduğu kadar bu sistemi nasıl koruyacağımızın da mesajını veriyor.
Bu yazı Yeni Yaşam Kadın Eki’nden alınmıştır*