Üçüncü kayyım seferleri ile bir kez daha Kürt halkının seçme seçilme hakları askıya alındı. Devletin ve iktidarın kudret gösterisi 2016’dan bu yana Kürtlerin seçme ve seçilme haklarının üzerinde tepinerek gerçekleştiriliyor. Kürt meselesinin çözüm umudunun başladığı bir dönemde bu ne perhiz bu ne lahana dedirtecek üçüncü kayyım seferleri, yerel iradeyi gasp ederek mevcut barış olasılığının canına okuyor, politikayı krizden krize sürüklüyor. Danimarka demokrasisi değil, temsili demokrasinin bile askıya alınması, Kürtlerde ve toplumsal barış arzusuna sahip tüm kesimlerde umut kırımından başka bir duyguyu beslemiyor. “Kendini yönetme hakkı” olarak da tarif edilen Kürt meselesinde, çözümü kolaylaştırma potansiyeli taşıyan belediyelere üçüncü kez kayyım atanması, Kürtlerin kendi kendini yönetme hakkını ortadan kaldırdığı gibi olası bir çözümü de başka bir bahara erteliyor.
Barış çağrılarından kayyım seferlerine doğru ilerleyen bir siyasal sürecin içinden geçiyoruz. Karşılıklı güven ve samimiyetin tesis edilmesi için şiddet araçlarının beklemeye alınması ve konuşmanın sürmesi gereken bir zamanda üçüncü kayyım seferleri başladı. Yerel demokrasiyi ortadan kaldırarak nasıl bir barış, çözüm veya adı her neyse tahayyül edildiğini bilemiyoruz. Seçme ve seçilme hakkının askıya alındığı, kayyım atamalarının balyoz gibi yerel demokrasinin tepesine indirildiği bir süreç ile Kürtlere ve Türkiye demokrasisine ne vaat edildiğini de bilemiyoruz. Bildiğimiz en net gerçeklik kayyım karanlığının barış olasılığına gölge düşürmesiyle politikanın yeni bir krizle karşı karşıya kalmasıdır.
İktidar bloku şiddet stratejilerinin kolaycı ama bir kadar yıkıcı pratiklerinden sıyrılamıyor. Şiddet böyle bir şey; bulaştı mı kolay kolay gitmiyor. Üçüncü kayyım seferleri, hortlayan yeni tip ultra pragmatik milliyetçiliği (İP ve ZP milliyetçiliği) rahatlatmış olsa da Kürt meselesinde 1 Ekim itibariyle başlayan yumuşama dilinin yeniden sertleşmesine, aktörlerin hızlıca birbirini suçlamasına, olası bir çözümün araçsallaştırılmasına kadar gidebilecek kötümser bir potansiyele sahip. Bu şekilde gitmesi halinde kamuoyunda 1 Ekim’de başlayan sürecin, giderek güven kaybeden ve keyfe keder bir süreç olarak algılanması kaçınılmaz hale gelecek. 2015’ten bu yana ısrarla sürdürülen şiddet ve güvenlik politikası beraberinde bunalan bir toplumsal gerçeklik, bir umut kırılması ve her şeyin daha kötüye gitme kaygısını adım adım yükseltmişken yeniden kayyımlara dönüş yapmak bu karanlık dünyanın kapılarını açmaktan başka bir amaca hizmet etmez.
Şayet Ahmet Türk ve arkadaşları görevlerinin başına dönmezse, yaklaşık 14 yıl boyunca seçme seçilme hakkının bölge halkının elinden alındığı bir tarihsel kesit oluşmuş olacak. Bu tarihsel kesit ilerde nasıl okunacak, tarihe nasıl geçecek, Kürt ve Türk ilişkilerini nasıl etkileyecek? Bugünün çocukları, yarının siyasetçileri, hukukçuları 14 yıllık irade gaspını nasıl değerlendirecek, birbirlerine nasıl anlatacaklar? Hakikaten bu gidişat öngörülmüyor mu?
Peki en asgari demokratik hak olan seçme seçilme hakkını milyonlarca insanın elinden alırsanız, tam olarak o insanlara ne demiş olursunuz? Açıkçası iktidar bloku Kürtlere kayyım rejimini izah edemedi, edemiyor. Türklere izah etmek için siyasallaşmış “yargı kararlarını” referans veriyor. Fakat ırkçılığa bulaşmış Türkler dışında bu mahallede de kimseyi ikna edemiyor. Koca bir ülkede Kürtler adına siyaset yapan herkesin, istisnasız herkesin yargı tacizine maruz bırakılması demokratik siyaseti fes etmekten başka ne anlama gelebilir? Demokratik siyasetin fes edildiği bir politik düzlemde nasıl bir barış tahayyül ediliyor? Kürt meselesi, evrensel insan hak ve hukuku askıya alınarak, yargı siyasallaştırılarak ve şiddet tırmandırılarak bugüne kadar çözülmedi, bugünden sonra da çözülemez. Bu konuda artık politik ve toplumsal bir radikal kabule ihtiyacımız var.
Sonuç olarak mesafe alınmak isteniliyorsa, dahası gerçek ve samimi bir toplumsal barış niyeti varsa yerel demokrasi zemini zayıflatılmaz, tam aksine güçlendirilir. Kendine göre barış, kendine göre diyalog, kendine göre zemin yaratma tekniği ile mesafe alınamayacağını herkes çok iyi biliyor.
Üçüncü kayyım seferleri ile birlikte kayyım rejiminin geri dönüşü olmayan kalıcı tahribatlar bırakacağından kimse kuşku duymamalı. Görevlerinden alınan belediye eş başkanlarının görevlerinin başına dönmesi ve kayyım yasasının bir an önce değiştirilmesi tahribatları engelleyebilecek en rasyonel yoldur.
Kürt meselesi gibi köklü bir meseleyi devletin geleneksel aklını referans alarak güncelleyen “kayyım yasasına” sıkıştırmanın beslediği riskler dikkate alınmalı. Kaldı ki kayyım yasası barış ve demokrasi yasasının, halkların ortak yaşam yasasının üzerinde değildir. Hakeza kayyım yasası Malazgirt yasasının da üzerinde değildir.
Burada sorumluluğa bir kez daha dikkat çekmek gerekiyor. Bir karıncanın ekolojisini savunmaktan tutalım, bin yıldır bir arada yaşayan Türk ve Kürt halkının ortak ve rasyonel gelecek tahayyüllerine; gençlerin gelecek kaygısından, yoksulluğa kalıcı çözümler bulmaya; dirençli kent inşasından dirençli barışa kadar sorumluluk inşası…