“Barışın dilini bulmak” ne demek diyebilir insan haklı olarak, çünkü hiçliğini tepesinde duran bir kalpak gibi alakasız duruyor ilk bakışta ama dil ve onu besleyen nüveler kaybolabilen canlı birer organizma olduğunu biliriz. Ölü diller mezarlığında gezinmemek için en çok ihtiyaç duyduğunuz şey de aslında barış için dönen bir dili bir an evvel bulmaktır. Aksi takdirde özlem duyduğumuz barışı inşa etmek mümkün olamayacaktır. Barış bir süreçse o sürecin en önemli basamakları işte o dildir. Barış evrensel bir dünya tasarımı olarak ilkin düşünceyi şart koşarken, ikinci aşamada da “iyilik” üzerinden kurgulanmış canlı bir dile ihtiyaç duyar. Temel düsturu barış istenci olan bir dili bulmak bugünün dünyasında meşakkatli olabilir ama buna çabalamak umudu büyütür. Muktedirlerin en çok irkildikleri noktalardan biri de bu çabanın günün birinde başarıya ulaşma ihtimalidir, çünkü barış ve onu var edecek olan dil, işlerine yarayacak bir ortam sunmadığı gibi, mevcut iktidarlarını da sarsma ihtimalini barındırır. Bu sebeple önce dilin şifrelerini bozarlar ve zamanla ucunu sivrileştirerek onu şiddete yönlendirirler. Böylece, hem bireylerin iç barışı hem de toplumsal barışın gelişimi sekteye uğrar. Bugün bir bütünen barışı zedelenmiş ve giderek yıkıcılaşan bir şiddet toplumuna dönüşmemizin temel nedenlerinden biri, bu ucubeleşmiş dille başlayan ve şiddet fiilliyle biten olaylardır. Her şeyi bir merkezden kontrol etmeye çalışan dünyanın ‘yeni sahipleri’nin barışın dilini şiddetin iksirinde boğmaya çalıştıklarını biliyoruz. Tutarlı bir barış diline sahip, şiddetten uzak ve ifade biçimini kontrol edebilen herkese cüzzamlı muamelesini yapıyorlar. Böylesi bir dilin kötülükten uzak durmaya özen göstereceğini bilen kötülük cinleri bunu bozmak için her şeyi mübah görüyorlar.
Dost-düşman, iyi-kötü kategorileriyle düşünmelerinin nedeni de genellikle bu saikledir. Bu tür katı sınıflandırmalarla dilin kendi öz cebrini kaybetmesine ve şiddete akmasına kapı arıyorlar.
Buna karşın, hem dilimizi hem de düşünme ve evrene bakma şeklimizi itinayla bilince çıkarmalıyız. Bu önemli eşiğin gerçeği üzerine kurulan bir barış idraki hem düşüncenin düğümünü çözecektir hem de dilin barışa evirilmesinin önünü açacaktır. Dolayısıyla düşünme ve onun dil üzerinden ifadeye dönüşme hali, Ovid’in “Metamorfozlar”da söylediği gibi bizleri barışın altın çağına götüren yelkenli gemi olacaktır. Yelkenlerin rüzgâr almaması veya halatların kopması halinde geminin limana varamayacağı hakikatini çokça acı örneklerle deneyimlemiş olsak da umunun hâlâ mavi olduğunu bilmeliyiz. Onun için geminin barış limanına demir atabilmesi için asgari müşterekte ortak bir dil ve hedef belirlemek her zamanınkinden daha elzemdir.
Herkesin umudu birbirine uzak adalarda da olsa ortak bir dille yazılmış koca bir atlasa ihtiyaç vardır. Ortak iletişim dilleri olmayanların ortak bir gelecekleri olmayacağı gibi kurmaya çalıştıkları dünyanın sonu da Babil kulesi gibi hüsran olacağı bilinmelidir. Makro anlamda ortak bir dünya, mikro bağlamda ise ortak kamusal alanların tesisi için barışçıl iletişim ağlarının kurulması oldukça önemlidir. Devlet, dillerin canlı haline müdahale ettikçe dil dinamizmini kaybeder, zamanla tekçileşir ve tekleştirildikçe barış etkisini tamamıyla yitirir. Bozulan dil ve toplumsal barış nedeniyle gittikçe güven duygusunun azaldığına ve karşılıklı tahammülsüzlüklere, sosyal meselelerin ve toplumsal olayların ani dönüşümlere evrilmesine her gün tanıklık ediyoruz. Özellikle yeni rejimin son yıllarda başvurduğu kin ve nefret dilinin, düşmanlaştırma mekaniği ve ötekileştirme kategorilerinin beraberinde ciddi manada şiddet eğilimi ağır basan hem sistem içi hem de sistem dışı topluluklar ortaya çıkardığını iyi biliyoruz. Devletin güvenlikçi nizamına uygun ve onlara bağlı birçok isimsiz paramiliter, bekçi gücü ve yeraltı örgütü bunun en bariz örnekleridir. Kendi ideolojik düzlemi üzerine kurduğu sistemin, tamamıyla gayrimeşru olduğu ve kabile kanunları cüretkârlığı üzerinde bina edildiği her geçen gün daha net bir biçimde görülmektedir. Bugün yaşananlar tam da dil bozumuyla başlayan sürecin öngördüğü düşman resimlerinin anbean kalıcılaştığı bir afiştir. Afişteki manzara ise ne yazık ki hem manzaranın bütününden hem görünmeyenin karaltısından da anlaşılacağı üzere şiddettir.
Bu manzaranın ressamı galizdir, fıtratında kavga, aklında hile, ruhunda düşman hayaleti vardır. Kendi kutbunda dünyaya heyulayla bakan, herkesi alenen aynı bozulmuş dille suçlayan ve düşmanlaştıran rejimin nihai hedefi bu resmi kalıcılaştırmaktır. Bedeli ne olursa olsun, buna karşı ortak bir barış dilini kurmak acil bir yurttaşlık görevidir. Aksi takdirde, bugün Kürt değerlerine karşı bir yıkım ve saldırı nefreti olarak okunan bu dil ve fiiller yarın toplumu bir arada tutan tüm bağların kopuşu ve ortak değerler merkezinin çöküşüyle sonuçlanacaktır.
Türkiye’de siyasal iletişim dili başta olmak üzere, medya araçlarını tekeline alan iktidarın toplumla kurduğu bütün ilişki kanallarının şiddet üretimi, mevcut durumun kritik boyutunu gözler önüne sermektedir. Rejimin bir toplum mühendisliği stratejisiyle yaydığı bu kin ve nefret dalgası giderek kitlesel bir patolojiye dönüştüğüne ve zamanla paranoid bölünmelere yol açtığına bizzat meydanlarda tanıklık edeceğiz. Baskın veya erken seçim tartışmalarıyla beraber özellikle Kürt ve HDP düşmanlığı üzerine odaklanan düşmanlaştırma propagandası, hem Erdoğan’ın hem küçük ortağının hem de Soylu’nun muhacim dilinden düşmeyeceğini hep birlikte göreceğiz. Ne yazık ki bu şiddet sarmalı her geçen gün hızla büyüyecek ve giderek kalıcı bir nefrete evrilecektir. Kendi dışındaki diğer bütün kesimleri alenen “vatan haini” veya “terörist” lanse etmeleri her ne kadar içine düştükleri çaresizliğin bir dışavurumu gibi görünse de esas amaçları bu dil üzerinden toplumsal barışı geri döndürülemez bir biçimde yok etmektir. Çünkü dilin bu hali şiddete mahsus bir normalleşme aygıtıdır ve hedefinde de barış dilinin ölümü yahut katledilmesi vardır. Bu hakikati göz önünde bulundurarak hem yeni bir barış dilini bulmak hem de yeni bir yaşamı inşa etmek için yeni bir arenaya ihtiyaç var…