Azad Barış
Bugün küresel düzeyde huzuru kaçmış, dili bozulmuş, güveni sarsılmış ve toplumsal nizamı yıkımın eşiğine gelmiş bir topluma dönüşmemizin temel nedenlerinden birinin barışa olan inancımızın çöküşüyle alakalı olduğunu düşünüyorum. Üstünde yaşadığımız bu coğrafyada ve dört bir tarafımızda çok uzun bir süredir barış karşıtı bir kültür hâkim. Hemen her gün, her şeyi katı bir merkezden kontrol etmeye çalışan dünyanın ‘yeni sahiplerinin’ barış ve barış dilini şiddetle boğmaya çalıştıklarına tanıklık ediyoruz. Bozulan dil ve toplumsal barışın heba edilmesiyle güven duygusunun gittikçe azaldığına, karşılıklı tahammülsüzlüklerin had safhaya ulaştığına, sosyal meselelerin ve toplumsal olayların ufacık bir kıvılcımla hemen nasıl evirilebileceğine şahit oluyoruz. Özellikle siyasi rejimin son yıllarda başvurduğu kin ve nefret dilinin, düşmanlaştırma mekaniği ve ötekileştirme kategorileri bağlamında nasıl ciddi şiddet eğilimleri ve iletişimsizlik olguları ortaya çıkardığını iyi biliyoruz. Kendi ideolojik düzlemleri üzerine kurdukları sistemin, tamamıyla gayrimeşru olduğu ve kabile kanunları üzerine bina edildiği her geçen gün daha da net bir biçimde ortaya çıkıyor.
Bugün yaşananlar işte tam da bu dil bozumuyla başlayan sürecin öngördüğü düşman resimlerinin anbean katılaştığı bir korku duvarıdır. Duvardaki bu manzaranın bütününde hem görünmeyen tekinsiz bir karaltı hem de zorbaca bir şiddet şifresi vardır. Bu manzaranın ressamı galizdir, fıtratında kavga, aklında hile, ruhunda düşman hayaleti vardır. Kendi kutbunda dünyaya heyulayla bakan, herkesi alenen aynı bozulmuş dille suçlayan ve düşmanlaştıran rejimin nihai hedefi ise bu resmi kalıcılaştırmaktır.
Türkiye’de siyasal iletişim dili başta olmak üzere, medya araçlarını tekeline alan iktidarın toplumla kurduğu bütün ilişki kanallarının şiddet üretimi, mevcut durumun kritik boyutunu gözler önüne sermektedir. Bahçeli ve türevlerinin ağzından bizzat duyduğumuz, rejimin bir toplum mühendisliği stratejisiyle yaydığı bu kin ve nefret dalgasının giderek kitlesel bir patolojiye dönüştüğünü ve zamanla paranoid bölünmelere yol açtığını görüyoruz. Kendileri dışındaki diğer bütün toplumsal ve siyasi aktörleri alenen “öteki” lanse etmeleri her ne kadar içine düştükleri çaresizliğin bir dışavurumu gibi görünse de, esas amaçlarının bu dil üzerinden toplumsal barışı geri döndürülemez bir biçimde yok etmek olduğunu anlıyoruz. Sonucunda da bu şiddet dili onarılması zor tahribatlar bırakarak her geçen gün daha tehlikeli bir hale bürünüyor.
İşte tam da bu nedenle, bedeli ne olursa olsun, tüm bunlara karşı ortak yekpare bir barış dili kurmak acil bir barış görevidir. Aksi takdirde, bugün Kürt değerlerine karşı bir yıkım ve saldırı nefreti olarak okunan bu “eğreti” dil ve onun olgusal yüklemleri, yarın toplumu bir arada tutan tüm bağların kopuşuna ve ortak değerler merkezinin çöküşüne yol açabilir. Çünkü dilin bu hali şiddete mahsus bir normalleşme aygıtıdır ve hedefinde de barış ve ona dair dilin ölümü vardır. Sorunların barışçıl yollarla çözülmesinin öğrenilen bir şey olduğunu ve bu yolun tek seçenek olduğunu unutmamalıyız. Bu seçenek, her şeyden önce bir barış diline ve istencine ihtiyaç duyar, çünkü çözülmesi mümkün olan her şey öncelikle konuşmakla başlar. Artık, ortak iletişim dilini yeniden kurmak için ortak bir barış alanına ihtiyaç olduğunu her barışseverin anlama ve bunun için adım atma zamanı!