William Shakespeare’nin ‘Hamlet’ oyununun bir sahnesinde Hamlet, mezar kazıcıyı göstererek sorar:
“Yaptığı işin farkında değil mi bu adam? Türkü söylüyor mezar kazarken.”
Horatio’nun cevabı: “Alışmış, umursamıyor artık!”
Tıpkı mezarcı gibi savaşa, şiddete, vahşete alışıyor ve kanıksıyoruz sanki. Kimi zaman alışmak insanı umursamamaya, giderek duygusuzluğa, vicdansızlığa iter. En olmadık şeyler olağan hale gelir, sıradanlaşır.
Ölümle, zulümle geçiyor günler. Filistin’den Suriye’ye, Ukrayna’ya kadar varan coğrafyalarda büyük acılar yaşanıyor ve bunun sonu gelmiyor. Ortadoğu’da yeni cepheler açılmaya çalışılıyor. Alışılır, anlaşılır şey değil.
Acılar ve kayıpların sonu gelmiyor. Filistin’de sivil, kadın, çocuk demeden 34 bin insan bu savaşta hayatını kaybetti. İnsanlar kendi yurtlarında göçmen olmuş durumda. İlaç yok, yiyecek yok. Keza Ukrayna’daki kayıplar onbinlerle ifade ediliyor.
Dert çok, hemdert yok.
Savaş naraları arasında barışın sesi bile duyulmuyor. Barış, bazıları için bir ütopya, bazıları için içi boşaltılmış bir kavram olarak algılanır oldu.
Ölmek ve öldürmek zorunda değiliz. Barışı savunmak, yarını ve insanın geleceğini savunmaktır.
Ölümü değil yaşamı savunmak, savaşa karşı barışı savunmak bir hak olmanın ötesinde bir insanlık görevidir. İnsanlığın bize bıraktığı en büyük miraslarından ve değerlerinden biri de savaşlara karşı barışı savunmaktır. Yani savaşa karşı olmak bir insanlık sorunudur.
***
Tek tek kişilerde olduğu gibi toplumların da psiko özellikleri ve bilinçaltları vardır. Operasyonlar önce beyinlerde başlatılır. Bilim insanları savaş çığırtkanlığının bir boyutunun da, ‘insandışılaştırma’ olduğunu belirtirler. Bu noktada, savaşın tarafları, savaşın ve barışın ‘insani’ yönlerini mümkün olduğu kadar geri plana atıp görmezlikten gelmeye çalışırlar. Karşı tarafın da bir insan olduğu, bir aileye mensup olup onun da sevenlerinin olduğunu es geçip sanki bir canavar olarak var olduğu türünden bir algı yaratılmaya çalışılır.
Kararı iktidarlar ve muktedirler verir, onlara bir şey olmaz ama cepheye sürülen garibanlar ölür. Ölüm o kadar sıradanlaşır ki toprağa düşenin bir can olduğu bile unutulur. Neruda’nın savaşta ölenler için yazdığı dizelerinde ifade ettiği gibi:
“Sanki hiç kimse ölmüyordu
Sanki bunlar toprak üstüne düşen taşlardı.”
Kitlelerde savaş tarafgirliği yaratmada medyanın da önemli bir rolü var. Bugün gelinen noktada medya tarafsızlığını tamamen yitirmiş, algı yönetiminin aracı durumuna düşürülmüştür. Savaş ekonomiyi de vuran bir olgu. Savaş ekonomisi daha çok yokluk, yoksulluk demek. Toplum bu gerçeğin de farkında değil.
İnsanlığın katettiği bunca yoldan ve aşamadan sonra hala savaş illetine bir çare bulamaması, kendi özüne, biriktirdiği onca değerlerine ihanet etmesi anlamını taşır. Oysa günümüze gelinceye kadar insan duyarlığının savaş olgusuna karşı geliştirdiği bilinç küçümsenemez. Baş edemediği siyaset mecrasıdır.
Yönetenler, sabit fikir peşinde gitmeyi, hatta zulme bayraktarlık etmeyi yaşamın sanki bir gereği ve gerçeği olarak görmeye ve göstermeye çalışıyor. Şunu hiç gözardı etmemek gerekir ki; taraflardan birinin şiddeti karşı şiddeti körükler
***
Nasıl yorumlanırsa yorumlansın sonuçta savaş ölüm ve yıkımdır. Savaş ölmek ve öldürmenin adıysa barış da yaşamak ve yaşatmanın adıdır. Bu yüzden barışı istemek ve bunu seslendirmek herkesin görevi olmalıdır.
Tam da böyle bir ortamda anlam kazanıyor barışı dillendirmek.
Topsuz-tüfeksiz bir dünya istiyorsak, bunun gerçekleşmesi için de Einstein’ın deyişiyle “Savaş uğruna hiç karşı koymaksızın göze aldığımız özverileri, barış uğruna da göze almakla yükümlüyüz.”
Ateş olup yakmamak için, bomba olup yağmamak için, savaşı emziren bütün damarları tıkamak için, göç, açlık, yoksulluk dememek için, şiddeti yaratan tüm sebepleri yok etmek adına sesi ve sözü yükseltmek zamanıdır.