Hicri İzgören
İşte yine ‘1 Eylül Dünya Barış Günü’nde bir burukluk yaşıyor dünya.
Edebiyat açısından bir yazının yıllar sonra da güncelliğini koruması değerlidir. Ancak konu barış olunca hala savaşların sürüyor olması ve onca yazılıp çizilenin güncelliğini koruyor olması insana hüzün veriyor.
Sanatsal duyarlılık, gelecek adına yaşamsal olan her şeyin korunmasını, savaşa karşı barıştan yana olmakta gördü.
Sanatın hangi alanına bakarsak bakalım merkezinde ‘insan’ı görüyoruz. Sanat daha iyi yaşama tutkusunun da kurgulandığı bir alan. Bu yüzden “barış” düşüncesi çağdaş sanatın ve sanatçının kafa yorması gereken bir olgu olarak gündemden hiç düşmedi… İnsanların savaştan, yokluktan, açlıktan kırıldığı bir dünyaya herhangi bir “insan”ın kayıtsız kalması düşünülemez zaten…
Sanat-edebiyat adamının ‘kötü’ye karşı tavrını, bu açıklığıyla kavramsallaştırılmış olarak ilk Homeros’un kaleminden okumuş olsak da, bu tavır çok daha eskilere uzanıyor olmalı…
Camus’nün sanatçıya yüklediği “zorbalığa karşı çıkma” işlevi açık-seçiktir. O, ne susmayı, ne yansız kalmayı benimsemez. Acı çeken kitleler sustukça birilerinin onların yerine konuşması gerektiğini söyler: “… Ama sanatı bir tür toplumsal din dersine dönüştürmeme koşuluyla.”
Solohov, bir yazarın “kendisini karşıt güçlerin çarpışmasının üstünde, Olimpos tepelerine yükselmiş ve insan ıstıraplarına kayıtsız bir tür tanrı olarak değil, kendi halkının bir evlâdı, insanlığın ufacık bir parçası olarak görmesi gerektiğini ve bir görevinin de dünyada barış için savaşmak olduğunu” belirtir. “İnsan ve onun geleceğine dair kalbimizi sıkıştıran endişeye rağmen, korku ve umutsuzluk doğmamalı… Korku değil cesaretle savaşın karşısına dikilmek zorundayız. Tüm kültür yaratıcılarının en büyük görevlerinden biri budur” diyor.
Goethe, sanatçıların insanlık sorununa yöneldiklerini, bu yönelimin dünya barışını sağlamasa da savaşları daha az kıyıcı kılacağını söylüyordu.
Dostoyevski de “İnsan özgür bir varlık olarak ‘kötü’den sorumludur” diyor ve hiçbir amacın bir insanı öldürme hakkını doğuramayacağını da vurguluyordu…
Aytmatov. Sanatçı, insanı ‘insan’ yapan duyguları yüreğinde duyduğu, insanoğluna olan ilgi ve sevgisini duygusal olmaktan çıkarıp düşünsel düzeyde belleğinde varettiği sürece insanoğlunun onuruna, kişiliğine, özgürlüğüne ve varoluşuna yönelik her eylemin karşısında yer alır. Böyle bir duruş sanatın da varoluş nedenlerindendir. Sanatçı, savaşın topuna-tüfeğine karşı kalemini, fırçasını, notasını koymasının bir zorunluluk olduğu anlamına gelir. İşte o zaman insanın özüne ilişkin o gizli güç Eluard’ın deyişiyle “Asıl adalet”e dönüşür; “İnsanlarda en sıcak kanun Suyu ışık yapmaları, Düşü gerçek yapmaları, Düşmanı kardeş yapmaları”dır…
Barış, taraflar arasında bir eşitlik, karşılıklı varsayılma temelinde yeşerir. Savaşsızlık durumu, yani insanların şiddete başvurmadığı ortam bir başına barış kavramının içini doldurmaya, içeriğini yansıtmaya yetmez. Özgürlük, eşitlik gibi demokratik kavramlarla pekiştirilmemiş bir ‘barış’ eksik bir barıştır. İşte sanatçı, savaşı yaratan sosyal, ekonomik ve siyasal nedenlerin tümüyle ortadan kalktığı böyle topsuz-tüfeksiz bir dünyayı özlüyor. Bunun gerçekleşmesi için de Einstein’ın deyişiyle; “savaş uğruna hiç karşı koymaksızın göze aldığımız özverileri, barış uğruna da göze almakla yükümlüyüz.” Sanatçı -ya da “bir insan”- kendisini ilgilendirmeyen işler olduğu gerekçesiyle vicdanını yatıştırmaya çalışmamalı. Ne diyordu Cibran: “Zalim zulmünü işletirken, ak ellilerin elleri temiz olamaz”.
“Şiddet, sözün bittiği yerde başlar” diyor Arendt, söz ise siyasetin tek aracıdır. Siyasetin bittiği yerde ise silah sesleri, patlama uğultuları, insan çığlıklarından başka ses duyulmaz olur.
Stefan Zweig; “Savaşın insanların birikmiş gerilimlerini boşaltmak, liderliklerini ispat etmek gibi sebeplerden kaynaklanan davranışlar” olarak görür ve ekler: “Siz savaşla ilgilenmiyor olabilirsiniz, ama savaş sizinle ilgilenmektedir.”