İşte yine boynu bükük, kolu kanadı kırık 1 Eylül Dünya Barış Günü geldi. Bir burukluk yaşıyor dünya.
Barış sorunu yaşamın her alanında olduğu gibi sanat ve sanatçının dağarcığından da hiç düşmemiştir.
Sanat özü ve yapısı gereği yaşamı ve yaşatmayı savunur. Barış içinde bir arada yaşama düşü tarih boyunca sanatın dağarcığından hiç düşmemiştir.
Sanatın insanlığa bıraktığı birikim sanatçının nereden ve kimden gelirse gelsin her türden baskı ve şiddetin karşısındaki duruşunu tarihin her döneminde koruduğunu gösteren eserlerle doludur.
***
Homeros’un ‘İlyada’sından Tolstoy’un ‘Savaş ve Barış’ına, Hemingway’ın ‘Çanlar Kimin İçin Çalıyor’una, oradan binlerce savaş karşıtı yapıta uzanan sadece roman alanında bile büyük bir külliyat duruyor önümüzde.
Aynı karşı duruşu düşünürler için de söylemek gerek. İnsanların neden aralarındaki sorunları barışçıl yollarla oturup konuşarak halletmek yerine silahla, savaşla çözmeyi tercih ettikleri konusunda kafa yoran kimi yazar ve düşünürler bunu farklı şekillerde ifade etmişlerdir.
Sözgelimi Stefan Zweig; “Savaşın saiki; insanların birikmiş gerilimlerini boşaltmak, liderliklerini ispat etmek, kendinden önceki nesillerin yerini almak, kendilerine dayatılan yasaklardan kurtulmak veya sıkıntılarını defetmek gibi sebeplerden kaynaklanan davranışlar” olarak görür ve ekler: “Siz savaşla ilgilenmiyor olabilirsiniz, ama savaş sizinle ilgilenmektedir.”
Goethe, sanatçıların insanlık sorununa yöneldiklerini, bu yönelimin dünya barışını sağlamasa da savaşları daha az kıyıcı kılacağını söylüyordu. Dostoyevski de “İnsan özgür bir varlık olarak ‘kötü’den sorumludur” diyor ve hiçbir amacın bir insanı öldürme hakkını doğuramayacağını da vurguluyordu.
Albert Camus’nün sanatçıya yüklediği “zorbalığa karşı çıkma” işlevi açık-seçiktir. O, ne susmayı, ne yansız kalmayı benimsemez. Acı çeken kitleler sustukça birilerinin onların yerine konuşması gerektiğini söyler: “… ama sanatı bir tür toplumsal din dersine dönüştürmeme koşuluyla.”
Solohov, bir yazarın “kendisini karşıt güçlerin çarpışmasının üstünde, Olimpos tepelerine yükselmiş ve insan ıstıraplarına kayıtsız bir tür tanrı olarak değil, kendi halkının bir evlâdı, insanlığın ufacık bir parçası olarak görmesi gerektiğini ve bir görevinin de dünyada barış için savaşmak olduğunu” belirtir.
“İnsan ve onun geleceğine dair kalbimizi sıkıştıran endişeye rağmen, korku ve umutsuzluk doğmamalı… Korku değil cesaretle savaşın karşısına dikilmek zorundayız. Tüm kültür yaratıcılarının en büyük görevlerinden biri budur” diyor Aytmatov.
Sanatçı -ya da bir insan- kendisini ilgilendirmeyen işler olduğu gerekçesiyle vicdanını yatıştırmaya çalışmamalı. Ne diyordu Cibran: “Zalim zulmünü işletirken, ak ellilerin elleri temiz olamaz.”
Einstein’ın deyişiyle “Savaş uğruna hiç karşı koymaksızın göze aldığımız özverileri, barış uğruna da göze almakla yükümlüyüz. Propagandayla zehirlenmedikleri sürece, kitleler asla savaş düşkünü değildir.”
***
Şimdilerde barış diyenler suçlanıyor, savaş diyenler alkışlanıyor. Oysa hukukçular Türkiye’nin de taraf olduğu BM Medeni ve Siyasi Haklar Uluslararası Sözleşmesi’nin 20. Maddesinde her türlü savaş propagandası ve düşmanlığı savunma yasağının olduğunu ve her türlü savaş propagandasının hukuk tarafından yasaklanması gerektiğini belirtirler.
(BM Medeni ve Siyasi Haklar Uluslararası Sözleşmesi (1966): “Madde 20- Savaş propagandası ve düşmanlığı savunma yasağı 1. Her türlü savaş propagandası hukuk tarafından yasaklanır.” Türkiye Sözleşme’ye taraftır.)
Barış sadece silahların susması, baltaların gömülmesiyle sınırlı değildir.
Barış talebi aynı ölçüde demokrasi, eşitlik ve adalet talebidir, açlık ve yoksulluğun son bulması, insanca bir yaşam talebidir.