“Bir gıcırdama duyuyorum fakat bir zemin göremiyorum.” İbni Arabi
Kürtler 21. yüzyılın başından bu yana düşmanlık nesnesi olmaktan çıkarılıp karmaşık oyunların bir parçası haline getiriliyor. Ortadoğu’da Kürtler için işleyen bir açılım senaryosu var. Kürt meselesinin çözümsüzlüğü bir paradoks gibi görünse de Kürtlerin yeni dönem siyaseti bakımından Ortadoğu’da kurucu potansiyel olarak görülmelerini sağlıyor. Bu nedenle uluslararası ilişkiler ağında Kürtlere geleceği belirsiz bir “yer” açılıyor. Kürtler bu yeri korumak istiyor, bunun mücadelesini her yerde veriyor. Yaşanan değişimden bazen memnun bazen tedirgin.
Kürtlerin etiyle, dişi ve tırnağıyla elde ettiği kazanımların onlara bölgesel ve küresel ölçekte bir itibar kazandırmasından rahatsız olan kesimler farklı araç ve yöntemlerle bu itibarı zayıflatmaya çalışıyor. Türkiye Kürtlerin kazanmış olduğu itibardan rahatsız olan güçlerin başında geliyor. Ancak Kürt meselesinde uygulanan sert güç politikası gelinen aşamada artık yürümüyor; Türkler ve Kürtler arasında düşmanlık üretmekten öteye gitmiyor. Kürt meselesinin çözümsüzlüğünden yayılan şiddet ritüelleri büyük bir çürümenin zeminini besliyor. Haliyle sert güç politikası için alarm zilleri çalıyor.
Muhtemelen konjonktürün de baskısıyla sert güçle meseleyi yönetmenin herhangi bir gelecek vadetmediğini, bu yol ve yöntemlerde ısrar etmenin devletin politik, iktisadi ve kültürel birliğinin altını oymaya başladığını bazı bürokratlar görmeye başladı ve bu da devletin Kürt meselesinde kara düzen giden stratejide değişime gidilmesini hızlandırdı. Bu bağlamda Bahçeli’nin DEM Parti ile mecliste tokalaşması, Türkiye’nin Kürt meselesinde 2015’ten bu yana sürdürdüğü sert güç politikasının duvara dayandığına dair en somut kanıtı olduğu söylenebilir.
Peki bundan sonra mesafe alınacak mı, alınacaksa kimlerle ve nasıl alınacak? Bu bir çözüm süreci mi değil mi? Neden şimdi? Kamuoyunun kafasını kurcalayan birçok soru tartışmaya açılmış durumda. Tartışmaların nereye doğru gideceği de meçhul. Her kafadan bir ses çıkıyor. Fakat yine de tokalaşmadan hareketle bu değişimi anlamaya çalışan geniş bir kamuoyunun hızlıca oluşması ve insanların bu konuda ziyadesiyle konuşma ihtiyacı hissetmesi belki de işin en çok anlaşılması ve dikkate alınması gereken yönü. Tartışmaya açılan normalleşme-yumuşama-tokalaşma seanslarını krizler-riskler-sorunlar-fırsatlar bağlamında düşünmek ve tartışmak anlamayı kolaylaştırabileceği gibi gidişata da yön verebilir. Hangi hedef ve amaçlarla başladığı tam olarak izah edilemeyen bu utangaç ve ultra temkinli sürecin kiminle, nereye doğru ve nasıl gideceğine dair belirsizlik bu tür tartışmalarla biraz aydınlanabilir.
2015’ten bu yana her türlü kötülüğe maruz bırakılan DEM Parti ile tokalaşmak, şimdilik bu süreç adına alınan en somut mesafe gibi görünüyor. Bunun yanında yeniden Kürtlere mesafe siyasetini dayatmak, devlet retoriğini güncellemek, hizaya çeken didaktik dil ile hitap etmek ise mesafeyi sıfırlayan hatta geriye götüren Sisifos mitinin dönüşü gibi, dahası toplumda süregelen barış yorgunluğunu derinleştirmek gibi.
Türklerin ve Kürtlerin geleceği için barış stratejik bir hedef olsa da doksanlardan bu yana tüm girişimlere rağmen barışta henüz istenilen düzey yakalanamadı. AKP iktidarları Erdoğan’ın 2005 yılında Diyarbakır İstasyon Meydanı’nda söylediği sözlerle barış süreçlerinin startını verdi. Bu aşamalar Oslo (2007-2009) ve Çözüm süreci (2012-2015) ile mesafe kat etti; Ceylanpınar (Temmuz 2015) saldırısıyla da bitti. Kürtler ise HEP’in kuruluşundan bu yana değişen aktörlere rağmen barışa stratejik yaklaşarak tutarlı, bütünlüklü ve kesintisiz bir politika olarak ele aldı ve bugüne kadar getirdi.
Şimdi tüm ödenen bedellerle başka bir aşamadayız. Kürt meselesinde yaşan son gelişmeler üzerine daha söylenecek, yazılacak, çizilecek çok şey olacak. Son on yılda Kürtler ve Türkler arasında yükselen duvarların varlığı tokalaşmayı ve elbette barışı zorunlu kılan nedenlerin başında geliyor. Yükselen duvarları mı, ortak yaşamı mı tercih edecekler? Bu soruya verilecek cevap ikinci yüzyılda cumhuriyetin stratejik aklının mimarisini oluşturacak.
Türkler için şapkayı önüne koyup dost-düşman ilişkilerini, ülkenin geleceğinin nelere bağlı olduğunu, tarihsel ve güncel haliyle bir kez daha yüzleşme zamanı. Bu nedenle beka meselesinde Kürtlerin yeri konusunda bir kez daha sağlıklı düşünme ve karar verme zamanı. Bu zamanın yorumlanması ve örgütlenmesinde iç barışın tahkim edilmesinin payı görmezden gelinmeyecek kadar yüksek.
Kürtler ise asırlardır din ve ulus savaşlarında eritilmeye çalışılan bir halktı. İç ve dış ihanete rağmen, öz gücüyle, kurulan tuzaklardan sıyrılıp bugüne gelmeyi başardı. Ve bugün iç ve dış barışın kazanılmasında önemli bir aktör. Kürtlerin artık her göz kırpanı kendi aşığı gibi gören, başkasının davasına koşturan, halayına duran, davuluna tokmak olan dönemlerin geride kaldığını umuyoruz. Herkesin omzunda ağlanmayacağını, her masaya oturulamayacağını acı deneyimlerle yaşayıp gördüler. Kürtler için barışın makul zeminlerde kazanılması, haklarına bir an önce kavuşmasını kolaylaştıracaktır.
Türkiye’de olası bir iç barışın yaratacağı enerji dış barışa da yön ve doğrultu verebilir. Pragmatist heveslerden öte barışa bir “norm” olarak bakılması işleri daha da kolaylaştırabilir. İç ve dış barış normu, normalleşme-yumuşama-tokalaşma stratejisinin ana kolonu gibi görülebilir. Bu bağlamda halkın bu süreci nasıl anladığı ve nasıl yaklaştığı hayati düzeyde önemli.
“Devlet oyun oynuyor, AKP oyalıyor, ömrünü uzatmaya çalışıyor, MHP devlet ile olan krizlerini aşma derdinde, Kürtleri kandıracaklar” tezinin alıcısı haklı olarak çok fazla. Güvensizlik epey yüksek, tuzaklar mümkün ve sürece inanma potansiyeli çok düşük. Belki tam da böyle bir şey isteniliyordu. Kürt meselesi gibi temel bir meseleyi dağınık yöntemlerle, deneme yanılma metotlarıyla ve dahası Kürtlerle nasıl bir yaşamı kurgulayacağı konusunda yaşadıkları kafa karışıklığıyla ikinci bir süreç heba edilebilir. Buna savaş karşısında yaşanan kitlesel kayıtsızlığı da eklersek işler kolaylıkla rayından çıkabilir. O zaman barışın sorumluluğunu üstlenmek ve bu süreci MHP-AKP’nin insafına bırakmamak en makul tutum.
Sonuç olarak; barışa kibirli bir memnuniyetsizlikle bakanların çoğaldığı zor bir süreçteyiz. Süreçlerden dersler çıkarmakta zorlanan, hafızası zayıf, kurnazlığından yine de taviz vermeyen bir sosyolojiden umutlu olmak için fazlasıyla saf olmak gerekir. Fakat ödenen bedellere ve önümüzde duran risklere dikkatle dönüp bakınca barışı inşa etmenin sorumluluğu insani, ahlaki ve politik bir görev haline geliyor. Zamanın ruhunu taşıyan bu görev bizi barışı yaşamın her alanında örgütlemeye ve inşa etmeye zorluyor. Bu nedenle yoğun bir emeğin refakatinde büyük bir inanç ve kararlılıkla inşa edilmesi gereken uzun ve meşakkatli bir yol olan barışa, geniş bir örgütlenme, kesintisiz yürümesi gereken bir politika sorunu olarak bakarsak mesafe alabiliriz.