Ahmet Tulgar
İletişim bilimleri hocası Doç. Dr. Esra Arsan ders verdiği dal hasebiyle gazetecilerin yakın dostu ve mücadele arkadaşıdır aynı zamanda. Barış için Akademisyenler’in “Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bildirisinin imzacılarından olan Esra Arsan’la Anayasa Mahkemesi’nin barış bildirisi imzacıları için verdiği hak ihlali kararını ve bu karara karşı kimi üniversitelerde imzaya açılıp yayımlanan bildiriyi konuştuk.
Barış için Akademisyenler Bildirisi’ne imza atarken hem bildirinin hem de sonrasındaki gelişmelerin bu kadar etkili olacağını tahmin ediyor muydunuz?
Hem ediyordum hem etmiyordum. Çünkü biz “Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzaladığımızda, bizden önce ve bizimkinden daha ağır şekilde devletin güvenlik güçlerinin bölgedeki hak ihlallerini eleştiren, ağırlıkla muhalif hukukçuların imzaladığı bir metin daha dolaşıma girmişti. Ancak bu metin bizimki kadar tepki görmedi. Bizim metin de diğeri gibi dikkate alınmadan unutulacak diye düşündüm önce. Öte yandan, bu ülkede insan haklarını savunmanın, ama özellikle de Kürtlerin haklarını savunmanın artık giderek terörle eşdeğer tutulduğunu da görüyordum. 7 Haziran seçimleri ardından yaşanan süreçte demokrasi ve sivil katılım anlamında ciddi bir zemin kayması olmuştu. Hak savunucularının, seçilmiş milletvekillerinin, doğruyu söyleyen gazetecilerin başlarına gelenleri izliyordum. Ülkede gerçeklerin kamuya açıkça söylenmesi durumunda sıradan insanların başına her türlü kötülüğün gelebileceği şeklinde bir korku politikası hakimdi. Bu nedenle, barış bildirisinin hükümet cephesinde bir rahatsızlık yaratacağını, bunun da akademisyenlere yönelik bir aksiyon alanını tetikleyebileceğini az çok tahmin ediyordum.
Akademi sadece Türkiye’de değil tüm dünyada bir yandan da bir fildişi kule olarak görülür alttan alta ve etkisiz bir özgürlük alanı açar iktidarlar akademiye kendilerince. Bu defa bu fildişi kule bir sırça köşk gibi taşa tutuldu, iktidar, yargı ve yandaş medya tarafından. Bunun sebebi neydi?
Akademinin toplumun sorunlarına aldırmadan iş gören insanların yaşadığı fildişi bir kule olduğu fikri, bazen bana da doğru geliyor. Akademisyenliğin sadece derslere girip çıkmak, araştırma ve yayın yapmak, yükselmek, kurumsal pozisyon kapmak, ama hepsinden önemlisi de bunları devletle ters düşmeden yapmak mesleği olduğuna inanan meslektaşların olduğunu görmek bu algımı pekiştiriyor. Ama aslında akademi içinde, dünyanın her yerinde, kendisini bu kuleye hapsetmeyen ve toplumsal sorumluluğunun bilincinde olan insanlar da var. Nitekim Barış Akademisyenleri olarak biz de bu sorumluluk bilinciyle hareket ettik. Çağlayan’daki duruşmalar süresince imzacı akademisyenler, öğrenciler, araştırmacılar olarak verdiğimiz beyanlar hep bu doğrultuda. Doğruları dile getirdiğimiz için terör destekçisi olarak suçlandığımız, yargılandığımız bu süreçte ben her bir imzacı arkadaşımın beyanında bu duruşu net bir şekilde gördüm. Biz devletin duymak istediği şeyleri söylemek zorunda değiliz. Devlet rahatsız olacak diye doğrulardan taviz verecek değiliz. Bize her türlü kötülüğü yapsanız da işsiz, aşsız bıraksanız da, pasaportlarımızı da alsanız, hapse de atsanız biz halka gerçekleri söylemeye ve devleti yasalara uymaya çağırmaya devam edeceğiz. Ama okumuş etmiş insanların aslında beş para etmediği, aydınların aklına fikrine güvenilmemesi gerektiği yolunda bir siyasi söylem, AKP iktidarı boyunca kamuya pompalandı. Nitekim, bildiriden sonra ilk tepki bizi “karanlık”, “cahil” ve “aydın müsveddeleri” olarak nitelendiren Sayın Erdoğan’dan geldi. Erdoğan’ın bu aşırı tepkisi, bildirinin tüm dünyada daha hızlı yayılmasına ve içeriğinin dikkat çekmesine neden oldu. Arkası çorap söküğü gibi geldi. Sedat Peker adlı mafya lideri bizim kanımızla duş alacağı tehdidini savurdu. Talimatla haber yapan medya, derhal bizleri terör destekçisi olarak çerçeveledi. Daha sonra biliyorsunuz soruşturmalar, işten çıkarmalar, dört arkadaşımızın tutuklanması, 15 Temmuz sonrası OHAL KHK’leriyle bir günde işinden edilen akademisyenler, yurt dışı yasakları, pasaport iptalleri filan geldi. Ülkede 7 Haziran seçimleri sonrası tavan yapan korku politikalarının bir kez de akademi üzerinden tesisiydi bu kanımca.
Eylül 1980 darbesi öncesinde akademinin önde gelen hocaları yükselen devrimci mücadele ile ‘organik’ denilebilecek bir bağ kurmuştu. Barış için Akademisyenler inisiyatifi akademinin yeniden toplumsal muhalefetle iletişime geçmesi olarak görülebilir mi? Ya da başlamış bir iletişimin ilk olarak bütün kamuoyunun duyacağı bir aşamaya geçmesi?
Tam olarak öyle değil aslında. Aralarında hiçbir organik bağ olmayan coğrafi olarak da ülkenin dört bir yanından ve farklı disiplinlerden gelen akademisyen, öğrenci ve araştırmacı, tamamen bireysel tepkileriyle imzalarını koydu bildiriye. Birçoğumuz birbirimizi dava süreçlerinde tanıdık ve inan ben hâlâ kim hangi siyasi eğilimde, hangi partiye oy verir, hangi organizasyona üyedir filan bilmiyorum. Bizi bir araya getiren şey tamamen kamuya karşı, hakikate karşı hissettiğimiz vicdani sorumluluk ve bir şeyler yapmak gerekiyor duygusuydu. Tabii bildiri sonrası yaşanan süreç, imzacı grubu birbirine çok yakınlaştırdı, muhteşem bir dayanışma çemberi oluştu. Bilginin gücüyle, toplumsal sorumlulukla, bilinçli ve mantıklı bir şekilde hareket eden bunca insanı mağdur edip bir araya getirirseniz, ortaya çok acayip şeyler çıkabileceğini de bu vesileyle gördük.
Barış için Akademisyenler’in bildiriye sahip çıkışlarındaki kararlılık Türkiye demokrasi ve barış mücadelesi için ne ifade ediyor?
Bence çok şey ifade ediyor. Öncelikle bir akademik özgürlük mücadelesi bu. Öte yandan, ağır ceza mahkemelerinde süren davalarda gösterilen kararlılık ve tutarlılıkla bir hukuk mücadelesi de aynı zamanda. Burada davalarımızı yürüten tüm avukatlara ve BAK hukuk grubuna ayrıca teşekkür etmem gerek. Hayranlık uyandırıcı bir destekle sarmaladılar bizi. Benzer şekilde, Çağlayan nöbeti tutan dava koordinasyonundaki arkadaşlarımız tüm yaşananların duruşmalarda olup bitenlerin belleğini oluşturdu, kayıt düştü. Bu çok zaman ve emek isteyen bir çabaydı ve gerçekten bir avuç arkadaşımız bu işi üstlenip götürdü. Davalarımızı izleyip haber yapan gazeteciler, beyanlarımızın dava dosyalarında kaybolup gitmemesi için büyük emek harcadı. Biz de devletin tüm baskı ve ideolojik aygıtlarıyla, polisiyle, savcısıyla, hakimiyle, medyasıyla, cezaevleriyle üstümüze geldiği bir süreçte, sözlerimizi geri almadan ve barış talebimizi hiç yılmadan defalarca mahkeme salonlarında tekrarlayarak yan yana durduk. Hâlâ da duruyoruz. Bu nedenlerle, özgün bir dayanışma biçimi ve hak mücadelesi örneği olarak demokrasi tarihimizde özel bir yeri olacak Barış Akademisyenlerinin diye düşünüyorum.
Anayasa Mahkemesi’nin Barış için Akademisyenler hakkında verdiği hak ihlali kararını nasıl karşıladınız ve bundan sonra ne yapacaksınız, ne yapılmalı, ne olur?
Açıkçası derin bir nefes aldım. Çaresizlik içinde denizin derinliklerine doğru çekildiğinizi hissettiğiniz bir noktada, aniden gelen bir güçle yukarıya doğru yüzmeye başlamak ve dışarı çıkıp nefes almak gibi bir duygu. Anayasa Mahkemesi, 8 olumsuz görüşe ve “biz bildiride yazılan fikirlere katılmıyoruz” şerhine rağmen, Anayasaya, hukuka bağlı kaldığını ortaya koydu ve adil bir karar verdi. Bundan sonra tabii sürmekte olan tüm davaların düşmesini, verilmiş mahkumiyetlerin silinmesini, KHK’lerle işinden edilen arkadaşlarımızın işlerine, ait oldukları kürsülerine geri dönmesini bekliyoruz. Ancak Türkiye’nin gerçekten bir hukuk devleti olup olmadığı konusundaki soru işaretleri nedeniyle, kararın nasıl uygulamaya geçirileceğini de yaşayarak göreceğiz sanırım. Normal şartlar altında soruyorsanız, Anayasa Mahkemesi kararlarının uygulanmaması söz konusu bile olamaz.
Anayasa Mahkemesi’nin sizler için verdiği hak ihlali kararına karşı protesto bildirisi imzalayan kimi akademiklerin tavrını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu kişilerin amacı nedir? Sizlerin üniversitelerdeki kürsülerinize dönmenizden mi korkuyorlar? Sizce alttan alta sizin karşınızda bir eziklik hissediyorlar mıdır?
Öncelikle bu başta 1071 imzalı olan, ama her geçen gün imzacı sayısı azalan bildirinin birkaç kurumda ‘İyi Alman’ı oynayan birileri tarafından hazırlanıp, zorbalıkla imzaya açıldığını belirtelim. İyi Alman, bilirsiniz, devlet suç işlerken gözlerini kapatan ve gündelik çıkarlarının peşine düşen insanlar için kullanılan bir tabir. İyi Alman’ı oynayarak ne yapıyor bu insanlar? Öncelikle anayasa suçu işliyorlar. Ülkenin en yüksek hukuk makamı tarafından verilen “hak ihlali vardır” kararını tanımadıklarını ilan ediyorlar. Aralarında hukukçu var mı bilmiyorum, ama varsa durum daha da vahim. Talimatla imza attıkları belgelendiği için, bizim karşımızda ne hissettiklerini tam olarak bilemiyorum; ama ben kendilerine acıyorum sadece.
Siz bir iletişim bilimleri doçenti olarak Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararın ana akım ve yandaş medyada haberleştirilmesini teknik ve ideolojik olarak nasıl değerlendirirsiniz?
Hürriyet’in haberi kaldı en çok aklımda… “Katliam diyeni haklı buldu” diye atmışlar başlığı. Yani, öyle bir serzeniş var ki haber dilinde, “Ah AYM, ne yaptın sen!” diyor başlık. Ama şaşırmadım. Cumhurbaşkanı uçağından inmeyen yayın yönetmeninin çıkardığı gazetede ancak böyle haber olabilirdik diye düşündüm. Yan etki bu demek ki. Ne kadar çok dozda uçak, o kadar çok kötü gazetecilik. “İzin verilirse o uçağa ben de binerim” diyen gazeteciler bence bu işe girişmeden evvel bir kez daha düşünsün.
Bütün bu sizlere yönelik görevden almalar sonrasında üniversitelerdeki manzarayı nasıl tarif edersiniz? Türkiye’de şu anda üniversitelerin en temel sorunları nelerdir?
Türkiye’de üniversitenin en temel sorunu, üniversite vasfını yitirmiş olması. Var olan köklü üniversitelerde yapılan yönetim değişiklikleri ve yandaş rektör atamalarıyla bilimsel özerklik yok edildi. Toplumsal sorunlarda ses çıkartan, sorumluluk sahibi, çalışan, bilgi üreten, yayın yapan akademisyenlerin çoğu KHK’lerle tasfiye edildi. Onlardan boşalan yerler, biat kültürüne boyun eğen kadrolarla dolduruldu. Bir kısmımız istifaya zorlandık; bazılarımız benim gibi olan bitene dayanamayarak istifa ettik. KHK’lenmeyen, haklarında soruşturma olmayan ama akademik anlamda üreten, uluslararası alanda başarılı akademisyenler de ülkeyi terk ediyor. Korku politikası üniversite koridorlarını sarmış. İnsan hakları izleme raporlarına girdi, akademik kadrolardan “hassas konularda”, mesela Kürt meselesi gibi, yayın yapmamaları, “devleti eleştiren konferans, panel düzenlememeleri, bunlara katılmamaları” isteniyor. Muhalif hocalar CİMER aracılığıyla meslektaşları ve öğrencileri tarafından polise, savcılara, medyaya ihbar ediliyor; haklarında soruşturmalar açılıyor. Öte yandan, AKP iktidarında her ile bir üniversite mantığıyla bir takım “binalar” açıldı, ama bunlara üniversite demek ne kadar doğru, bilemiyorum. Bu binaların içine siyasi iktidarın kadrolaşma mantığıyla eş-dost-ahbap yerleştiriliyor, öğrenci kaydediliyor. Bilim insanlığı yerine, yerli ve milli devlet memurluğu yapılıyor.
Türkiye toplumsal barışa yönelecekse, sizce buna nasıl ve nereden başlamalı?
Yüzleşmeyle. Resmi tarihe takılıp kalmadan, bu ülkede bugüne kadar söylenmiş tüm resmi yalanlarla yüzleşip, biz-onlar demeden acıları sağaltıp, yaraları onarmadan toplumsal barışı sağlamak zor. Bunun için tabii biraz önce de dediğim gibi hakikatle yüzleşmekten korkmamak ve hakikatin bizi daha özgür ve güçlü kılacağını görmek lazım.
Türkiye için umudu nerede, nerelerde görüyorsunuz?
Ne yazık ki içinde bulunduğumuz çağ insanı karamsarlığa itiyor ve bu sadece Türkiye için değil, global ölçekte söyleyebileceğimiz bir şey. Brexit referandumunda neden evet dediklerini bilmeyen İngilizlerle, neden Trump’a oy verdiklerini bir türlü çözemeyen Amerikalıların durumundan farkımız yok. Biz de yıllardır seçimden seçime koşan bir milletiz, neredeyse seçimsiz, referandumsuz yılımız geçmedi, ama seçimde oy kullandığımız sandık demokrasinin bir aracı mı, hâlâ bundan emin değiliz. 7 Haziran seçimlerinin iptali ve arkasından gelen şiddet dolu süreç benim açımdan umutların söndüğü noktaydı. Yine de haksızlık etmeyeyim, son yerel seçimler keyfi şekilde iki kez tekrarlanmış olmasına rağmen, sonucuyla toplumun genelinde bir umut ışığı yaktı ve eğer istenirse bazı şeylerin değişebileceği yönünde iyimserlik yarattı.
Peki, şu anda Türkiye’de basının durumunu nasıl tarif edersiniz? Lütfen, Twitter’da sıkça kullandığınız ‘dumur’ hashtag’iyle cevaplamayın. Türkiye’de gazetecilik için kurtuluş ya da rehabilitasyonu nerede görüyorsunuz?
Evet, ben her şeye rağmen olan bitene şaşırma duygumu yitirmemek için “dumur” hashtag’ini sıklıkla kullanıyorum. Türkiye basının durumunu hapisteki gazeteci sayısına veya hakkında ceza davası açılmış basın mensuplarına bakarak açıklıyoruz artık. Bu medya ortamında, bu şartlarda, ne kadar eleştirellik beklenebilir. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin verilerine göre şu anda 134 gazeteci ve medya çalışanı hapiste. Bu basın üzerinde kurulan korku politikasının en ağır halkası. Ancak benim her zaman söylediğim şey, bir ülkede özgür basının gelişmesi için, öncelikle basından hakikati duymaya niyetli, gerçekle ilişkisi şu veya bu nedenle zedelenmemiş bir toplumun varlığı gerekir. Hakikat talebi yoksa ve insanlar kendilerine verilen yalanlarla mutlu mesut yaşıyorsa, özgür basına da gerek kalmaz. Yani, aslında bugün yazarı-çizeri haksız yere hapse atılan Cumhuriyet’in satışı 1 milyon olmadan, kurtuluş yok, bunu bilelim. Ama insanlar gazeteyi internetten okuyor diyeceksiniz. Hayır, bu bir tavır meselesi. Yoksa kimse basın özgürlüğünü bize altın tepside sunmayacak. AKP öncesi de öyle değildi, AKP sonrası da böyle olmayacak. Haberine sahip çıkmayan, habersiz kalır. Bu kadar basit.