‘Barbarlarla Beklerken’ ses getiren, üzerine çok yazılıp konuşulan bir eser oldu. Yazar-şair Mehmet M. Oral’la yazmayı, dil ve edebiyatı ‘Barbarlarla Beklerken’i merkeze alarak konuştuk
Zeynep Sönmez – Ateş Alpar
Mehmet Mahsum Oral, 2015’ten bu yana düzenli olarak üreten bir şair ve yazar. Son kitabı “Barbarlarla Beklerken” ses getiren, üzerine çok yazılıp konuşulan bir eser oldu. Etik, poetik ve estetik açıdan ayrıksı bir müdahale olarak gördüğümüz bu kitap, yakıcı politik konuları ele alış biçimi ve dili ile farklı bir yerde duruyor ve neredeyse pek denenmemiş ancak ustalıklı bir üslupla önümüze geliyor. Oral’la yazmayı, dil ve edebiyatı ‘Barbarlarla Beklerken’i merkeze alarak konuştuk.
- Barbarlarla Beklerken, Canetti’den bir epigrafla açılıyor: “Daha kısa, daha kısa her şeyi söyleyen tek/bir hece kalıncaya dek…” İlerleyen sayfalarda yazar kendine gönderme yapıyor: “Benim gibi bir minimalistin…” cümlesi dikkat çekiyor. Dilde indirgemeciliği önemsiyorsunuz, az çoktur görüşüne sahipsiniz. Sözün şiddetinden kaçınmak ile müdahale arasındaki ilişkiye nasıl bakıyorsunuz?
Başka bir epigrafla başlayabilirim. “Dil, acı çekmeye fırsat bulamadan cümlenin sonuna gelmiş olmak gerekir.” Dilin şiddeti, kendisine acı çektirme fırsatını bulmanın uzunluğuyla ilgili bir şeydir. Benim müdahalem ise kısa ve parçalı anlatıyı tercih etmekle mümkün oldu. Dile, çekmek istediği acının noktada gizlendiğini söylemeye çalıştım. Bir an önce noktadaki büyük acıya varmak için iştahlanan dil, yolda bekleşen melankolileri tanımamazlıktan geldi. Dil, bunun bir tuzak olduğunu anladığı sahnede çok küfür ettiği için onu montaj sırasında kesiyorsun… (Gülüyor sanki)
- Anlatıcı kendini barbar olarak tanımlıyor. Karşılaştığı herkes barbar. Yeni bir “barbar” tanımı yapıyorsunuz bir bakıma: Bekleyen değil karşılaşılan barbarlar. Eskiden barbarları bekliyorduk ama aslında bizler de barbarız… Yeni barbar, yeni insanın kendisi mi?
Size gündelik hayattan bir örnek vererek bu durumu biraz daha somutlaştıracağımı düşünüyorum. Kızıltepe’de yaşıyorum ve buradaki elektrik dağıtım şirketi, çiftçilerin en çok suya ihtiyaç duyduğu dönemde köylere verdiği elektriği “ödenmeyen borçlar” gerekçesiyle kesmiş durumda. Borcu olan da olmayan da bu uygulamadan nasibini almış.
Elektrikle çalışan su kuyuları haliyle köylülerin ektikleri ürünü sulayamıyor. Ayrıca köylülerin içme suları da kesilmiş halde. Yüksek miktarda kesilen faturaların gerçek dışı olduğunu savunan çiftçiler, bu kesintilerin yarattığı sonuçların ne kadar “barbarca” bir cezalandırma olduğunu göstermek için sosyal medya hesaplarında insanların vicdanına seslenen mesajlar ve fotoğraflar paylaşıyorlar. Böylesi bir durumda kendilerini, kazançlarını bir kenara bıraktıklarını, “hayvanlarının susuzluktan kırıldığını” ve en yaralayıcı şeylerden birinin de bu olduğunu ifade ediyorlar.
Köylülere göre bu en tabii olan hakları bir barbarlıkla karşılaşmış. Kullandıkları kavram tam anlamıyla “barbarlık” oluyor. Köylüler, geleneksel olarak her yıl boğuştukları elektrik dağıtım şirketiyle geçici bir çözümde anlaşıp birazcık rahatlarlar. Ektikleri ürünü biçip ivedilikle yerine ikinci bir ürün ekmeleri için de tarladaki anızları yakarlar her yaz. Bunu yapmak zorunda değiller ancak böyle bir yöntemin kendilerine kolaylık sağladığını savunuyorlar. Ortalık cehenneme döner, belki de zaten cehennemdir de ateşini az buluyorlardır. Ve o yaktıkları anızların külleri şehre kadar ulaşıp evlerin balkonlarında birikir. Anız yaktıkları sırada yanarak ölen binlerce hayvan onlar için “sistem dışı” hayvanlar, çünkü küpeli, kayıtlı ve etinden, sütünden faydalanan hayvanlar değiller. Solucanın, böceğin, kuşun, tilkinin, kedinin, köpeğin ve onlarca canlının sosyal medya hesapları olmadığı için bu katliama ne isim verdiklerini duymuyoruz. Büyük ihtimalle “barbarlık” diyorlardır. Ezcümle, barbarlık icrası dönüşümlü olarak yapılan bir şey oluyor. Barbar kimdir, nedir, nasıldır sorusundan ziyade, barbarlık reddedilen bir şey olmuş mudur hiç?
- Anlatı, okuru her bölümüyle belli bir felaketin tanıklığına davet ediyor. Sanki anlatıcı bir felaketler adasında dolaşıyor ve gördüğü her olayı (Hrant, Cizre, Cumartesi Anneleri…) kendi gözlerinden bizim de görmemizi sağlamaya çalışıyor. Barbarlık tanıklıkla başlar diyorsunuz. Benjaminci tarih anlayışındaki uygarlık ve barbarlık arasındaki ilişkiyi düşündürüyor sözleriniz. Bu bağlamda felaketler, tanıklıklar ve aktarım üzerine neler söylersiniz?
Ada çok doğru bir tanım olmuş, kendisini ıslatan suya bile tahammülü olmayan bir ada… Ancak “gösterme” mevzusunda ince bir farkın olduğunu söylemem gerekir. Gözün hep gösterilen şeye tanıklık etmesi belki de onun körelme başlangıcıdır. Ona çok “göstermek, bir bakıma onun kendi başına “görebilme” işlevini de yok etmeye başlıyor. Metinde geçen olaylar, çok gösterilmekten dolayı görünmezleşen, çok yazıldıkları için kendi kendilerini silmeye varan şeylerdi. Belki de onlar artık gösterilmekten çok görülmeyi bekliyorlardı. Dolayısıyla ben de aynı şeyi yaparak gördüklerimi okura işaret parmağımla gösterme tehlikesine düşmemek için mümkün olduğunca ellerim cebimde yürüdüm. Benim tanıklığım gözümün bana gösterdikleriydi, başkalarına göstermemek şartıyla bana gösterdiği her şeyin üstünü ince bir tülle örttüm. Okurlar ve yayıncılar buna sayfa sayısı diyorlar.
- Aktarım demişken, anlatıcının sonraları cebinde taşıdığı bir deftere not düşmeye başladığını görüyor okur. Sanki sözlü kültürden yazılı kültüre bir geçiş, kronik ile tarih ya da bellek ile kayıt arasında bir tercih gibi. Başlarda böyle bir defter yok. Defter neden sonradan ortaya çıkıyor?
Çehov’un bir öyküde mevcut olan tüfeğin mutlaka bir yerde patlaması gerektiği görüşünü Çehov’dan çok önce kavramış bir dağ köyünde duyduğum bir meseleydi. Köydeki gençlerden biri, babasından kendisine bir silah almasını istiyor, “ama bizim hiç düşmanımız yok ki” cevabını babasından alan genç adam, gerçeğin hiç de öyle olmadığını babasına şöyle aktarır. “Sen bana bir silah verirsen, ben bize bir düşman bulmakta zorlanmayacağım!”
Kim bilir belki de insanın bir kalemi olduğunda ilkin gidip bir deftere bulaşıyor ya da orada patlıyor.
- Dildeki yerleşik yapılandırmaları ve anlamları sökmeye çalışıyor, her birini tersyüz ediyor ve sorgulatıyorsunuz. Bunu yaparken dilin politik olanla ilişkisine abartılan, yadırgatan, yer yer absürt ve kara imgelerle yaklaşıyorsunuz. Groteske ve absürte ağırlık vermenizin sebebi ne?
Her şeyi olduğu gibi anlatamazdım çünkü olması gerektiği gibi değildi. Adorno’dan ilhamla (Yanlış dikiş doğru sökülmüyor). Ayrıca iki dilli olmanın, iki dilli yazmanın tuhaf karşılaşmaları oluyor. İki dilin kendi aralarındaki çekişmeleri, değişen ve benzeşen ironi anlayışları, bir dilin diğer dili baskılaması, bir dille balkondan dışarıyı izlerken, diğerinin arkandan seni iterek aşağıya atması, balkondan dışarıyı izlediğinle imdat diye bağırman ama ancak seni itmiş olanla ambulans çağırabilmen kendi içerisinde kara imgeler barındıran bir edebi türdür zaten. Ayrıca bu benimdir diyebileceğim bir üslubum olsun isterim, şayet bu istek çok derin bir tutkuyu içermemiş olsaydı yayınlamak için tamamladığım çok metnim olurdu belki de.
- Korona yeni bir felaket olarak hepimizi çok etkiledi ve etkilemeye devam ediyor. Siz nasıl geçirdiniz salgın günlerini?
Zorunlu olarak evde kaldığımız günler dışında “tercihen evde kalma” seçeneği olmayan insanlardan biri olarak çalışmaya devam ediyorum. Evde olduğum dönemlerde diş ağrısı çektim, kitap okudum, film izledim, çatılarında besledikleri güvercinleri ve yaptıkları uçurtmaları uçuran komşularımı seyrettim. Ellerindeki ipleri bırakıp, çatıdaki kümesleri de yıkmadıkları için gidenlerin her defasında geri dönen sadıklar olduğunu düşündüler. Virüse yakalanmamak için önlem almaya çalıştığım bu süreçte kendimi evvela taktığım maskeden korumak için yoğun bir çaba harcadığımı fark ediyorum. Maskenin içine bir de peçete yerleştiriyorum. Belki de absürt bir şey yapıyorum. Yüzümün neresinde kaldığımı unutmamak için yüzümle maskem arasında bir ayraca ihtiyacım varmış gibi…
- Mardin’de yaşıyorsunuz. Bölgede yaşayan ve son yıllarda seslerini oradan güçlü biçimde duyuran edebiyatçılar var. Bu bağlamda coğrafya ile bağını koruyarak edebi üretim içinde olmak hakkında neler söylersiniz?
Coğrafyayı başkalarının beklediği şekilde anlatmanın kaderine itiraz eden bütün seslere saygı duyuyorum. Çünkü periferi ve merkez ilişkileri çok duygusal ilişkilerdir. Söz konusu coğrafya olunca biz o derste fıkra anlatmayı kendimize yediremeyip yanık bir uzun havayla öğretmenimizi etkilemek isteriz. O uzun hava o kadar uzar ki hemen ardından “hareketli bir parçaya” ihtiyaç duyulsa da tüm sınıfta “şimdi yeri ve zamanı değil” duygusu gelişir. Öğretmen de meseleye yoğun bir efkârla karşılık verince atmosferin özgül ağırlığına bir saygısızlık etmek istemezsin. Yazmak denilen şey, tahtadaki çok konuşanlar listesinde öğretmenin adını en başa koymuyorsa yaltaklanmaktan öteye gitmiyor.
‘Ölümü, iyileşmeyi, yası ve cinneti yitiren şey’
- Hastalık sürerken bundan edebiyatın, edebiyat üretim ve etkinliklerinin nasıl etkileneceğine dair görüşleriniz ile genel olarak “edebiyat ve hastalık” hakkında düşüncelerinizi de öğrenmek isteriz.
Bireyin, toplumların ve dönemlerin hastalıkları edebiyatın işlediği konular olmuştur. Edebiyat, o gerçek olan şeyin daha başka nasıl bir gerçek olabileceği kısımlarıyla ilgilenmiştir. Hitchcock’un “Oyun, sıkıcılığı kesilmiş hayattır” sözüyle orantılı bir ilgilenmeyi kastediyorum. Günümüzde büyük, korkunç, şok edici trajediler belli bir zamana yayıldığı ve gündelik hayatla bir uyum sağladığı ölçüde Suriyeleşiyor. Ölümü, iyileşmeyi, yası ve cinneti yitiren şey bana göre edebiyatın alanından çıkıyor. Yani artık o bir yüzleşmenin, hesaplaşmanın, hakkında bir şey üretmenin konusu olmaktan çıkıp, kesilmesi gereken bir şeye dönüşüyor. Hayatın sıkıcılığının bir parçası haline gelen bu trajediler geçmiş dönemlerde olduğu gibi bir ilgi ve merak uyandırmıyor. Apaçık bir toplama ve salgın kampında Anne Frank gibi bir hatıra defterin olmuyor. Yaşadığını bir hatıraya dönüştürecek olan zaman, senin üstünden bir nehir gibi aktığı gençliğini yitirdi, zamanın ağır ve durgun bir göl dönemi bu. Edebiyat dünyası bir süre bu gölün kıyılarında dolaşacak gibi…