Tam da İdlib’den gelen ölüm haberlerine uyandığımız sabah, Berlinale’de yarışmanın son iki filmi gösterildi. Hayatın cilvesi, her ikisi de yaşadığımız gerçeklikle tuhaf bir şekilde örtüşen, vahşetin farklı biçimlerini yüzümüze çarpan filmlerdi. Yarışmadaki tek belgesel olan Kamboçyalı Rithy Panh’ın yönettiği “Irradiés” (Irradiated) ile İran’ın yasaklı yönetmeni Mohammad Rasoulof’un filmi “Şeytan Yok”tan (There is No Evil/ Sheytan Vojud Nadarad) bahsediyorum. En çarpıcı filmler en sona saklanmıştı nitekim ertesi akşamki ödül töreninde ilki belgesel jürisinden En İyi Belgesel, diğeri ana jüriden En İyi Film (Altın Ayı) ödüllerini kazandı.
Daha önce Kamboçya soykırımı üzerine yaptığı, belgesel türünün sınırlarını genişleten “S21”, “Kayıp Resim” (Missing Picture) gibi işleriyle tanıdığımız Panh, bu son filminde sınırları hepten açıyor. Barbarlık üzerine evrensel bir senfoni veya eleştirmen Jonathan Romney’in ifadesiyle ‘gaddarlık üzerine görsel-işitsel <https://tureng.com/tr/turkce-ingilizce/görsel-işitsel> bir oratoryo’ diye tarif etmek mümkün “Irradiés”i, fakat müzikal terimlerin imlediği türden rahat bir seyirlik beklememek şartıyla. Etkisi derine işleyen, hazmı zor bir film. Üç kanala bölünmüş perdeye 20. yüzyılın en vahşi insanlık suçlarının arşiv görüntüleri yansırken, bir kadın ve bir erkekten oluşan dış ses “İzleyin bunları,” diyor, “Yüz kere izleyin!”
Çoğu zaman üç ekranda yan yana aynı görüntüyü izliyoruz, bazen perde tek bir kadraja dönüşüyor, kimi zaman da geçmişin ve şimdinin imajları atbaşı gidiyor. Savaşlar, soykırımlar, toplama kampları, bombardımanlar, infazlar ile dolu bir yüzyılın görsel arşivi perdede bir kötülük şelalesi gibi akıyor; sersemletici bir müzik ve soru soran, yorum yapan, arada birbiriyle konuşan ikili dış ses eşliğinde. Arada, beyaz makyajlı Butoh dansçısını izleyerek nefes alıyoruz. (Panh, bu dansın Hiroşima’dan sonra ortaya çıktığını hatırlatıyor basın toplantısında.)
Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombası başta olmak üzere daha önce birçok filmde izlediğimiz görüntüler, Panh’ın kurgusuyla farklı bir bağlam içinde, yeni bir dille konuşuyor adeta. Panh, geçen yüzyılın karanlık yüzüne ışık tutarken Alain Resnais’nin filmde de alınlatıladığı “Gece ve Sis” (Nuit et brouillard, 1956) ve “Hiroşima Sevgilim”inden (Hiroshima Mon Amour, 1959) bir hayli esinlenmiş görünüyor. Ama böyle bir belgeselin referansları, baba Pieter Brueghel’in “Ölümün Zaferi” tablosuna ya da Hieronymus Bosch’un cehennem tasvirlerine kadar geriye götürülebilir. (Üçe bölünmüş ekran da Orta Çağ’ın triptik resim geleneğini andırmıyor değil.) Peki, bütün bu zulüm ne için? “Irradiés” bunun cevabını vermiyor, onca barbarlığın ne uğruna yaşandığı üzerine düşünmeyi bize bırakıyor. İnsanın insana kulluğunun devam etmesi, bir avuç asalağın asalaklığını sürdürebilmesi için elbette.
Mohamd Rasoulof da “Şeytan Yok”ta, aynı soruyu bir ülkenin sınırları içinden bakarak soruyor. İran’daki ölüm cezası uygulamasını merkezine alan dört farklı öykü anlatıyor filmde. Orta sınıf bir ailenin hayatında sıradan bir gün, gündelik kaygılar, küçük sorunlar, haftalık alışveriş, trafik çilesi, gece uykuya dalış, sabah işe gidiş… Derken seyircinin suratına yumruk gibi inen bir sahneyle bambaşka bir gerçekliğe hızlı geçiş!
Dört öykünün ortak sorusu: Yapmak istemediğin bir şeyi yapmaya zorlandığında kabul eder misin? Öykülerden birinde askerden izinli gelen genç, bazen buna mecbur olursun, çünkü onların karşısında güçsüzsün. Aldığı cevap ders gibi: “Gücün, hayır deyişinde.” Hayır diyenlerin ödediği bedelleri de izliyoruz sonra. Bu filmleri böyle bir dönemde izlemek insanın içini fazladan eziyor elbette ama ortaya attıkları sorular yeni değil, sınıfların ve egemenlik kavramının tarihi kadar eski. “Irradiés”te tekrar tekrar izlediğimiz atom bombasını Hiroşima üzerine bırakan ABD’li pilot ile “Şeytan Yok”ta emirleri uygulamaya zorlanan İranlı emir kulu arasında bir fark olmadığını daha da önemlisi onlara emir verenlerin aynı zulüm kültüründen geldiğini anlıyoruz bir kez daha.