RTE’nin, Azerbaycan ziyaretinde İ. Aliyev’den TC uyruklu bir tutuklunun iadesini istedikten yarım saat sonra tutuklu kişinin elbisesini bile giymeye fırsat bulamadan atletli haliyle kendilerine teslim edildiği rivayet ediliyor. “Aliyev’in bir emriyle, mahkemeye gerek olmadan sistem çok hızlı işliyor” diye düşünmüş olsa gerek AKP heyeti. RTE – İ. Aliyev yakınlaşmasının sonucunda “iki devlet, bir millet” söylemi, “iki devlet, bir zihniyet” istikametinde epey yol aldı. Vahşi Batı filmlerindeki Şeriflerin idam etme ya da salıverme yetkisi özlem duyulan “Yeni Anayasanın” temel içgüdüsü haline geldi.
Zaten, Başkanlık Sistemi kurgulanırken RTE’nin “tak” diye buyurduğu, bürokrasinin “şak” diye yerine getirdiği “tak-şak” sitemi hayal edilmişti. Şeklen de olsa “Anayasal hukuk devleti” adı verilen yapı, “Şahsım Devleti”nin ritmini bozan muhtevası nedeniyle tasfiye edilmek üzere şu an hedefte. Bu bağlamda yürütülen “Yeni Anayasa” tartışması esasen Anayasasızlık anlamına geliyor. RTE, “Şahsım Devleti”ni inşa ederken “Anayasa da mahkeme de benim” diyerek devlet kurumlarına patates çuvalı muamelesi yapıyor.
Siyasi esirlerle birlikte “Saray esirleri” adını verebileceğimiz bir statünün varlığından da söz edebiliriz artık. Gezi Davası, Kobanê Davası ve birçok davada insanlar bu kapsamda tutuklu. Hatay TİP Milletvekili Can Atalay bu esirlerinden sadece birisi. C. Atalay’ın, AYM kararına rağmen Yargıtay tarafından cezaevinde rehin tutulması, Anayasa krizine yeni bir boyut kazandırıyor. T. Özal’ın “Anayasa’yı bir kere delmekle bir şey olmaz” sözünden bugüne Anayasa binlerce defa delindi ancak Anayasa defalarca ihlal edilmiş olsa da Saray rejiminden önce hiçbir hükümet Anayasa’yı tanımadığını ilan etmeye cesaret edememişti. Saray rejiminin son seçim zaferiyle birlikte “82 Anayasası”ndaki “özgürlükler” bol gelmeye başladı.
Anayasa krizinin başlangıcını Can Atalay davasından başlattığımızda mesele yeterince anlaşılır olmayabilir. Milat olarak Barış Süreci’nin bozulması ve 1 Kasım 2015 seçimiyle başlatılan topyekûn savaş konseptini aldığımızda olay örgüsü daha iyi yerine oturacaktır. Hendek çatışmaları sonrasında tutuklanan Belediye Başkanlarıyla başlayan, 15 Temmuz 2016 kontrollü darbe girişimi sonrasında ilan edilen OHAL uygulamaları, KHK adı verilen mevcut kanunları hükümsüz hale getiren anti-kanunlar, dört bin civarında hâkim ve savcının tutuklanması ilk hamleydi. HDP eş başkanları ve milletvekillerinin tutuklanmasına yönelik “4 Kasım Darbesi” Meclis iradesinin ve Anayasa’nın çiğnenmesinde zirveyi oluşturdu. Neticede, OHAL’den bu hallere kadar geldik.
Şu an mağdur gibi görünen AYM, göçmen pazarlığı karşılığında KHK ihraç dosyalarını görüşmeyen AİHM, milletvekillerinin dokunulmazlıklarını kaldırılırken “Anayasa’ya aykırı ama evet” diyen CHP ve bir bütün olarak sistem muhalefetinin tamamı bu mevcut rezil tabloda rol aldılar. C. Atalay davası, “AYM kararını tanımıyoruz” sözünün Yargıtay kararına yazılmasından dolayı bir orijinalite taşıyor ama öz itibariyle öncekilerden çok farklı değil. Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala örneklerinde olduğu gibi AYM kararının tanınmamasından daha öte, AİHM ve Avrupa Konseyi kararlarının tanınmaması var. S. Demirtaş davasını dört yıldır görüşmeyerek AİHM kararını fiilen bloke eden AYM, Yargıtay tarafından yok sayılırken aslında “etme-bulma” sarmalını yaşıyor.
Halkın iradesine kayyımlar atanırken susanlar, HDP’li milletvekillerinin Meclis’ten hapse gönderilmelerine “evet” diyenler suç ortaklığı yaptılar. AİHM’in “Bankaya para yatırmak, telefon uygulaması indirmek terör suçu değildir” kararına uymayacağını beyan eden AYM Başkanı, Yargıtay’dan daha az suçlu değil. Yargısız infazın nirvanası OHAL KHK’lerini görüşmeyen AİHM ve AYM kendi varlığını fiilen anlamsız hale getirmişlerdi zaten. Ortada kolektif diyebileceğimiz bir suç var ve bu suç ortaklığı rejimin elini güçlendiriyor.
Hiçbir şeyin yasa dışı olmadığı, çünkü ortada yasa diye bir şeyin kalmadığı zamanlar zor zamanlar olabilir. Ancak, süngünün egemenliği aynı zamanda siyasal iktidarı meşruiyet krizlerine gark ediyor. Saray fraksiyonları birbirlerinin kafalarına Anayasa kitapçığı fırlatıyorken gücünü fiili-meşru mücadeleden alan sahici bir muhalefet cephesinin ortaya çıkma koşulları olgunlaşıyor. Şapkadan “Yeni Anayasa” çıkarma hevesine kapılan Saray, bu defa karşında gerçek bir halk muhalefeti bulabilir.