-Bir gecede büyüdük.
-Hayır, bir saatte.
-Bir saat sürseydi ölürdük.
-Bir ömür sürecek!
Üç metrekarelik bir odadaydılar. İki katlı bir ranza vardı. Bir de tuvalet vardı fakat kapısız. Kimse o tarafa henüz bakmıyordu. Alt kattaki yatakta yan yana dizilmiş, birbirlerinin yüzüne bakmadan konuşuyorlardı.
Gece neydi, bir ömür sürecek en uzun gece nasıl başladı?
Seyrek saçlı olan kalktı, gözlüklü olanın taklidini yaptı eğilerek. Herkes kahkaha attı. Uzun olan en küçüklerinin o andaki bağırmasını taklit etti. Yine herkes kahkaha attı.
Uzun olan konuya girdi: Bunlar gerçekten düşman. Benim babam beni hiç bu kadar dövmemişti!
Gözlüklü devam etti: Boynumda palaska kırıldı. Önüne bak diyordu. Ben de inadına yüzüne bakıyordum. Vurdukça vurdu, palaska iyi ki pes edip kırıldı.
En küçüğü henüz fark ediyor: Sahi, kimse onun yüzünü görmedi değil mi?
Herkeste derin bir sessizlik.
Mahkeme kararıyla tutuklanıp cezaevine getirildiklerinde geniş bir salona alınmışlardı. Kelepçeleri çözülmüş, rahat rahat hakimin, polisin ve adliye çıkışında arkadaşlarının alkışlarının muhabbetini yapıyorlardı. Ne olacak ki, herkes tutuklanırdı. Şaşılacak bir durum yoktu. Bol bol okuyup mahkemeyi bekleyeceklerdi. Zaten mevsim yaz, haftaya da okul tatil, en fazla okulu bir yıl uzatır, sonbaharda, olmadı kışın çıkarlardı.
Akranları olan bir asker girdi içeri. Birazdan tek tek çağrılacaklardı. Hazır olsunlardı. Hepsi göz göze geldi. İlk defa cezaevine giriyorlardı. İlk defa her şeye şahit olacaklardı. Sorgu, şu bu bitmişti. Polisler bile onları teslim edip gitmişti. Akşam yemeği verirler mi acaba diye iddiaya da girmişlerdi.
Az sonra başka bir asker girdi içeri, en küçüklerini çağırdı. Geri kalanlar ise salonun ayrı köşelerine geçip duvara döneceklerdi. İsimleri okunmadıkça duvardan başka yere bakmak, konuşmak yasaktı. Salonda bir anda gergin bir sessizlik oluştu. Her biri önündeki duvarın rengine, sıvasına, çakılıp sökülmüş çivi deliğine, bazen de ayaklarına bakıyordu.
İçeriden tuhaf bir ses geliyordu. Daktilo tuşları mı acaba? Bilgisayar var artık, daktilo mu kaldı? Hiç duymadıkları bir ses. Taklidini sese dönüştürmede yabancı herkes. Kimse kimseye bakamıyor. Herkes benzettiği durumlara yoruyor.
Tek tek. Sırayla gidip geliyorlar. Gidip gelenin gıkı çıkmıyor. Göz ucuyla bakan korkuyu kokluyor.
Uzun olan anlatıyor: Soyun dedi, mecbursun dedi, soyundum. Çök- kalk dedi. Yaptım. Üç defa dedi. Bir döndüm pencerenin ardında bir tomar asker. Bakıyorlar bana. Ben tam giyinirken kapı açıldı. Önüne bak dedi biri. Baktım. Sonra başladı vurmaya.
Gözlüklü anlatıyor: Soyun dedi. Ne alaka dedim. Tüm arkadaşların soyundu. Prosedür öyle dedi. Soyundum. Çök kalk dedi. Nasıl dedim. Domalacaksın oğlum dedi. İnsanı hiç öyle bir vaziyette görmemişim gibi, nasıl dedim. O da domalsın madem! Gösterdi. Eğildim. Üç defa dedi. İkincisinde döndüm. Bir de böyle eğileyim dedim, eğildim. Camdaki askerleri görmüştüm. Onlara göstere göstere eğilip kalktım, manzaraları değişsin. Giyinirken içeri biri girdi. Elinde palaska. Asker masaya yığmış kağıtlara imza at, dedi, imzalarken, sırtıma bir şey çarptı. Dönüp baktım. Önüne bak, deyip boynuma vurdu palaskayla. Bakmadım, ona baktım. Ensemden bacaklarıma kadar vurdu. Yüzündeki çizgilerden nefret akıyordu. Parmağında evlilik yüzüğü vardı. Bana vurduğu eliyle çocuğunu da seviyordur. En son palaskanın başındaki demir yere fırladı. Beni alıp kapının dışına attı.
Seyrek saçlı ayağa kalkıp el işaretleriyle anlatıyor: O askerler nereden çıktı? Kolumu halen hissetmiyorum. Ben birinin elini ısırdım o anda. Kafamdan topuğuma kadar vuruyorlardı. Böbreklerim hala acıyor.
Küçük sordu: Domal mı dedi yani sana?
Kalkıp eğildi taklit ederek.
Hepsi güldü. Herkes bir diğerinin eğilmesine kahkaha attı. Palaska sesini kendi gülüşleriyle ezdiler. Sırada tuvalet vardı. Kapısız tuvalete baktılar.
Seyrek saçlı, ben gireceğim dedi. Yine bir kahkaha. Bir alay gördü, sizden mi saklayacağım, dedi.
Çok güldüler, o kadar ki, gülerken düşmemek için birbirlerine sarıldılar.
Haftanın kitap önerisi: Yukio Mişima, Bir Maskenin İtirafları / Çeviri: Zeyyat Selimoğlu, Can Yayınları