Erdoğan’la birlikte karar verdiklerini söyleyen Bahçeli, “Sizin hakkınızda esip gürlüyorum da yanlış anlamayın, aslında hep bir hallı Turhallıyız” benzeri bir söylemle sürpriz bir hamle yaparak CHP’nin gönlünü aldı.
Ama Bahçeli esas sürprizi Meclis’teki grup sıralarına gidip her zaman “iç düşman” ilan ettiği DEM Partililerle el sıkışarak yaptı.
Hamlenin zemini iki ön saptamayla inşa edilmişti: “İsrail’in esas hedefi Türkiye’dir” ve tam da bu yüzdendir ki “İç cepheyi sağlamlaştırmalıyız!” Eh, kendileri açısından pek de haksız sayılmazlar!
İşte, sonrasında da “el sıkışıldı” ve özellikle vurgulandı: “Asla rasgele el sıkışmadım, her adımımız hesaplıdır ve milli çıkarlarla doludur!”
Ciddi bir durum olduğu anlaşılan bu yeni yönelimi aslında her birisi kendi içinde tutarlı olan iki zıt yorumla anlamaya çalışalım.
Savaş hilesi mi?
Gelişmeye “gerçekçi” ve “soğuk” bakacak olursak, faşizmin soğuk eli ustaca bir hamleyle büründüğü “dost” postuyla içeriğindeki “Teslim olun ya da öleceksiniz!” tehdidini gizliyor. Kim bilir belki de gelecekte günümüzü değerlendirecek tarihçiler “İç savaşın ilk adımı kurnazca bir hamleyle dostça el sıkılarak atılmıştı” diye değerlendirecekler!
Bölgesel savaşın hatta böyle bir olasılığın yarattığı yüksek gerilimin iktidar güçleri tarafından güncellenmiş bir “Yenikapı Ruhu” dayatması fırsatı olarak görüldüğünü, “hizaya girenlerle” yeni güç kazanarak bir türlü kendisini tamamlayamayan faşizmin kurumsallaşması sürecinin hızla sonuçlandırılmasının hedeflendiğini düşünebiliriz.
Öyle değil mi, eğer Kürtlerle “normalleşme” isteniyorsa hareketin lideri Öcalan ellerinde, rahatlıkla gidip görüşebilirler; ama söz konusu olan bir “savaş hilesi” ise, medyaya içerik üreten bir gösteri olarak “el sıkışma” yeterlidir; gerçek yaşamda ise o el daha sonra şimdi elini sıktıklarının boğazını sıkmaya niyetlidir.
Peki, faşizm böylesi bir “hile” ile kurumsallaşmasını sonuca ulaştırıp başarılı olabilir mi?
Faşizmin kurumsallaşmasının sonucuna bir türlü ulaşamaması boşuna değil, ilerlediği her seviyede önündeki engeller de zorlaşıyor ve bu türden içeriği boş hamlelerle istedikleri sonuca ulaşmaları oldukça zor.
Sistemin küresel düzeyde yaşadığı yıkıcı krizleri bünyesinde derinlemesine barındıran Türkiye, ek olarak yerel düzeyde de kendisine özgü bir dizi yıkıcı gerilimle yüklü.
Yoksulluğun derinleşmesi, işsizlik, ekolojik yıkım, kadın cinayetleri gibi küresel yıkıcı dinamiklerin yerel tezahürleriyle zorlanmasının yanısıra, “yasasız”, “tarikat ve çetelerle iç içe” bir çete-devlet gerçekliğiyle kendisini gösteren “Devlet Krizi” kendi zirvesine ulaştı. Toplumsal alanda ise, parçalanmış ve çürütülmüş bir toplum gerçekliğiyle kendi zirvesine ulaşan “Ulus Krizi” her gün yaşanan sarsıcı olaylarla kendisini gösteriyor.
Osmanlının çöküşünün son on yılında iktidardaki Talat, Enver ve Cemal, başlangıçta niyet ettikleri burjuva devrimi girişimini ilerletmekte tıkanınca çaresizce Alman devletinin himayesine girmiş ve inanılmaz bir yönelimle “cenazede zurna çalıp”, Kosova’dan Üsküp ve Selanik’e, oradan Mekke, Medine ve hatta Mısır’a, oradan da Kafkasya’dan Afganistan’a uzanan bir coğrafyada egemenlik tesis etmeye çalışmıştı. O arada, tıpkı günümüzde olduğu gibi, parti, ordu ve iktidar iç içe geçirilip yasalar da çöpe çevrilerek “işler kolaylaştırıp hızlandırılıyordu.”
Gelin görün ki, bir Alman denizaltısına binip kaçtıkları zaman arkalarında topraklarının çoğunu kaybetmiş, Sarıkamış’ta soğukta donarak veya Arap coğrafyasında sıcakta susuzluktan ve bitlerden kıvranarak ya da Rus veya İngiliz kurşunlarıyla ölen on binlerce Anadolu köylüsü, şehirleri harap olmuş ve coğrafyası İngiltere, Fransa ve İtalya tarafından işgal edilmeye başlanmış bir ülke bırakıyorlardı.
Tarih tekerrür mü ediyor?
Şayet “el sıkışma” bir “savaş hilesi” ise, tarihte Ermenilere uygulanan soykırım ve tehcir şimdi Kürtlere uygulanmak istenmektedir.
Açık ki, (başta Kürtlerin güncel toplumsallaşma halinin geçmişteki Ermeni toplumsallaşma halinden çok farklı olması üzere) eskiden olduğundan çok farklı koşullardayız ve bu sözümona “hile” iç savaş anlamına gelecek, ülke coğrafyası Irak, Suriye, Lübnan (ve muhtemelen yakın gelecekte İran) coğrafyasının trajedisini yaşamaya doğru sürüklenecektir.
Reform yoklaması mı?
“El sıkışma” olayına bölgesel savaşın İran’a sıçraması ve bağlı olarak da Türkiye’yi de kapsama olasılığının yarattığı zorlanmalar üzerinden baktığımız zaman, Türk devletinin oldukça zorlanacağı bu sürece güçlü girebilmek için bir “dönüşüm” yapmaya çalıştığını düşünebiliriz.
Neden?
İçinden çıkıp biraz uzaklaşarak Türkiye’ye baktığımız zaman ne görüyoruz?
Devleti ve ulusunun “diriliği” ve “bütünlüğü” başta olmak üzere neredeyse bütün bileşenleriyle asabiyeti zayıflamış bir ülke ve onun etrafını her tarafından sarıp sarmalayan küresel savaş gerginliğiyle yüklenmiş ABD/NATO ve Rusya-Çin! Üstelik ülkenin her alanı ABD/NATO tarafından damgalanmış, mayınlanmış!
İşte, tam da bu katı gerçeklikten dolayı “ya hile değilse” seçeneği de değerlendirilmelidir. “Devlet aklı” denilen “despotik mermere” bölgenin kaosa doğru gidişinin yaptığı zorlamayla zorla “burjuva zeminde bir rasyonalite” yüklenmiş olabilir. Yani, aslında şimdiye dek izlenen “Kürt sorununda çözümsüzlük” hattının içinde tam bir “ters takla atma” ya da “U dönüşü” diyebileceğimiz bir yönelim yoklanıyor olabilir.
Durum buysa, Kürt halkı açısından içereceği bütün risklere rağmen elbette değerlendirilmelidir. Uzun söze gerek yok, Öcalan odasında, gidip konuşabilirler.
Şayet bu seçenek ciddiyse yeni yönelimin hedefinde Kürt halkının varlığının anayasal güvenceye kavuşması olmalıdır. Anayasanın bu yöndeki belirleyici hükmünün ima ettiği düzenlemeler de yasallaştırılmalıdır.
İşte, aslında burjuva demokratik bir hak olan böylesi bir yeni durum, Türkiye egemenlik sistemine etrafını saran ateş çemberine rağmen “rahat bir nefes” aldırabilir ve hatta bölgedeki inisiyatifini güçlendirme fırsatı verebilir.
Elbette Kürt halkı da “rahat bir nefes” alacaktır.
Ancak, “rahat nefes alma” her iki taraf için de aslında “kısa bir mola” olmaktan öteye gidemez. Egemenlik sistemi böylesi bir “ağır fatura” ödemenin “yan ürünü” olarak Kürt halk hareketinin omurgası olan halkçı-devrimci yönelimi tasfiye etmeye çalışacaktır. “Tasfiye” başarılı olursa Kürt halkı sisteme içerilecektir. ABD ve İsrail’in böylesi bir yönelimi bütün gücüyle destekleyeceği açıktır.
Kürt halkının mücadelesinin öncülüğünü yapan halkçı-devrimci güçler ise, ağır bedeller ödedikleri mücadelelerinin sonucu olarak gelinen bu yeni durumda kazanımlarını demokratik bir cumhuriyete sıçratmaya çalışacaktır.
Süreç iki zıt yönelimin karşılıklı yönelimleriyle belirlenip içeriğini kazanarak kendisini yapılandıracaktır.
Sonuç
“Savaş hilesi” ya da “reform yoklaması” olarak formüle ettiğimiz iki zıt yönelim, elbette oldukça kaba bir tasvirdir. Gerçek yaşam istisnalar haricinde uç netliklerde değil melez durumlar yaratarak yaşanır. İçerik gerçek yaşamdaki mücadelelerin içinden geçerken belirlenecektir.
İkincisi, gittikçe yayılarak sürüp gelen savaşın bir anda parlayarak bölgesel bir savaşa dönüşmesi, İran ve Türkiye’yi de içine çekmesi olasılığı güç kazanıyor. Sadece egemenlerin değil, halkçı-devrimci güçlerin de kendi “iç cephesini” tahkim etmesi olağanüstü acil bir görevdir. Gerçekleşemeyen bir devrimci girişim olan “Emek ve Özgürlük İttifakı” güncel koşullarda yenilenerek hızla gerçekleştirilmelidir.
Üçüncüsü, bölgede savaş yayıldıkça bölge halklarının kaderleri de ortaklaşıyor.
Dördüncüsü, Kürt halkının güç ve irade olarak ulaştıkları seviyeye dayanarak Orta Doğu’nun kaosunda ayakta kalma ve ayakta kaldıkça inisiyatif alma, inisiyatifini geliştirme ve bölge halklarının “adalet, barış ve demokrasi” talepleri doğrultusunda yaptığı mücadelelerin öncülüğü içinde yer alma olanağına sahip olduğunu saptayabiliriz.