Yüz yıl oldu tamı tamına. 1920’nin 23 Nisanı’nda Ankara’da bir Meclis toplandı, dualarla, umutlarla. Amasya’da, Erzurum’da, Sivas’ ta toplanan kongrelerden sonra yurdun her yanında kurulan Müdafai Hukuk Cemiyetleri’nce Amasya Tamimi ve Erzurum ve Sivas kongrelerince alınan kararlar çerçevesinde son Osmanlı Meclisi’nin kabul ettiği Misak-ı Millî sınırları içinde kalan bölgeleri yabancı işgalinden kurtararak devleti yeni baştan düzenlemek amacıyla toplanan Meclis, Mustafa Kemal’in deyimiyle “Türk ve Kürt millet-i müttehidesi” yani “Türk ve Kürt birleşik milleti”nin Meclisi oluyordu. Misak-ı Milli ise günümüzde Irak Kürt Bölgesel yönetiminin daha fazlasını oluşturan, Kerkük ve Musul’u da içeren Musul vilayeti ile Rojava Kürdistanı’nı içeren Kuzey Suriye’yi de kapsıyordu..
Meclis, ülkenin her yanından gelen temsilcilerden oluşuyordu. Kürt illerinde daha önce kurulmuş bulunan “Cemiyet-i Müdafaa-i Hukuk u Vilayat-i Şarkiye/Doğu İlleri Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti”, Türkiye geneli içinde yer almış ve Ankara’ya Kürt illerinden temsilciler göndermişti. “Kürdistan Mebusları” olarak biliniyorlardı. Dersim’den, Diyarbekir’den, Kuzey Irak ve Kuzey Suriye’den mebuslar da vardı.
Bu meclis, 23 maddelik bir Teşkilatı Esasiye Kanunu (Anayasa) ile devletin temel ilkelerini koydu. Önemli kısmı yerel yönetimlere ayrılan bu yasa, oldukça ileri bir seviyedeydi. Kuvvetler birliğine dayalı bir Meclis Hükümeti öngörmüştü. Savaşın çok şiddetlendiği ve Mustafa Kemal’e başkomutanlık ve Meclis yetkilerinin verildiği kısa bir süre hariç, her şeyin Meclis kontrolünde olduğu bir rejimdi söz konusu olan.
Savaş bitip ülke işgalden kurtulduktan sonra yapılan Lozan Antlaşması’yla yeni bir devlet ortaya çıkıyordu ve Kürtler, bu devlette eşit yurttaşlığa dayalı yerlerini alacaklarını umut ediyorlardı.
Öncelikle Misak-ı Milli sınırları kırpıldı. Suriye’nin Kuzeyi Fransızlara, Irak’ın kuzeyindeki tüm Kürt bölgesini içeren Musul vilayeti sınırları muğlak bırakılarak daha sonra 5 Haziran 1925 Ankara Antlaşması’yla Irak’a bırakıldı. O dönem asıl yetkili İngiltere olmasına ve antlaşma da onlarla yapılmasına rağmen Türkiye, bu toprakları Irak hükümetine bıraktığını beyan etti. İngiltere orada bir Kürt oluşumu yaratırsa, kendisine hak iddia etmesi içindi. Nitekim daha sonra da oraya müdahaleden geri durmadı. Irak hükümetiyle Kürtler arasındaki özerklik antlaşmalarını bozmaya çalıştı, Kürtçenin resmi dil olmasında Kurmanci yerine daha az konuşulmasına rağmen Soraniyi dayattı.Türkiye’de Sorani konuşulmuyordu ve karşılıklı etkileşimin önüne geçilmek isteniyordu.
Batı Trakya topraklarının Türkiye’ye katılmasında neden ısrarcı olunmadığına ilişkin bir soruya Mustafa Kemal’in verdiği cevap manidardı. Mealen “içimizde bir bölgede baskın olabilecek bir Rum azınlık istemedik, başımıza bela olurlardı.” İşte Irak ve Suriye Kürtlerinde neden ısrar edilmediği ortada. Antep, Maraş ve Urfa’dan Fransızlar düzenli ordu ile değil, Karayılan, Şahinbey, Memik gibi Kürt komutanlar yönetimindeki sonradan “vurun Türk uşağı namus gidiyor”a çevirdikleri “Kürt uşakları”nca çıkarıldı.
Cumhuriyetin ilanından sonra çıkarılan 1924 Anayasası’yla Kürt varlığı tamamen inkâr edildi. Anayasa’daki “Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olanlar, Türk olunur” hükmü ile herkes Türk sayılmaya başlandı. Başlandı da yüzyıllık cumhuriyet tarihinde Kürtler çok küçük istisnalar dışında ne vali, ne general ne de elçi olabildiler.
Medreseleri kapatıldı, dilleri inkâr edildi, kültürleri ya gasp edildi, ya yok sayılıp yasaklandı. Zamanla isimlerine bile yasak kondu yalnız şehir, belde, köy, dağ isimleri değil, insan isimleri de yasaklandı.
Kurtuluş savaşı sırasında başlayan ve yerel yönetimde özgürlük isteyen Koçgiri İsyanı’ndan sonra Cumhuriyet döneminden de günümüze kadar otuz Kürt İsyanı oldu. Bunların tümünü devlet kanla bastırdı. Yüzbinlerce Kürdün ve onbinlerce Anadolulu fakir Türk çocuğunun hayatına maloldu bu isyanlar.
Günümüze kadar gelen ve özellikle son kırk yılda artan mücadele sürecinde Kürtler, yerlerinden edildi, üç bini aşkın köy yakılıp yıkıldı, yok edildi, on kadar kent harabeye döndü. Devlet giderek Kürt düşmanlığını toplumun tümüne yaydı ve yalnız Türkiye içinde değil, dışında da sürdürdü. Zeytin Dalı, Barış Kalkanı, Fırat Kalkanı ve benzeri sözüm ona barış çağrıştıran adlarla Kürtlerin Irak ve Suriye’deki kazanımlarını yok etmeye çalıştı. Girdiği bölgelerde nüfus dengesini bozarak Kürtleri yerlerinden kovdu.
Bu yakıp yıkmaların, sürgünlerin yanında mevcut iktidar, Kürtlerin iradelerini de yok saymakta. Kürt belediyelerinin neredeyse tamamına yakınına kayyım tayin ederek belediye eşbaşkanlarıyla diğer yetkilileri hiçbir delil olmaksızın hapse atmakta. Birleşmiş Milletler, Dünya Sağlık Örgütü, Avrupa Birliği gibi uluslararası kuruluşların çağrısına rağmen tüm dünyayı kasıp kavuran korona salgını karşısında canileri, insan kaçakçılarını, suç örgütü liderlerini, hırsızları tahliye etmesine rağmen çok büyük bölümü Kürt siyaset insanları ve aydınlarından oluşan tutukluları, gazetecileri, düşünce ve bilim insanlarını terörle iltisaklı olduğu gerekçesiyle bırakmamaktadır. Cumhurbaşkanı’na hakaret suçlarını da o kapsamda saymakta. Yolsuzluk yapanı, devleti zarara uğratanı bırakmakta, bunu haber yapanı terörist sayarak içerde tutmaktadır.
Yarın 23 Nisan. Eğer salgın dolayısıyla sokağa çıkma yasağı olmasaydı, Diyarbakır’da, Van’da, Mardin’de birer Kürt çocuğunu alarak belediye başkanı koltuğuna oturtacaklardı. İlk defa bir Kürt çocuğu kayyım olacaktı. Böylece bir Kürt çocuğunun kayyım olması sayesinde kardeşlik edebiyatına devam edeceklerdi.