**“Aslan önce kurbanını parçalara ayırır, sonra yüreğini yiyerek kanını içer ve gerisini akbabalara bırakır. Aslanın gücüne karşı çıkacak hiçbir şey yoktur. Ne karşısına çıkmayı göze alacak bir hayvan ne de onu gördüğünde kaçmayacak bir insan bulunur. Aslanı alt ederse ancak kudret, vahşilik ve kan dökücülükte kendisine eşit bir güç alt eder.”
Yaşlının bu sözleri üzerine genç çok beklemeden “E peki onu alt edecek güç hangisi?” diye sorar.
Yaşlı, gence bir ayna uzatır. Elindeki yuvarlak aynaya bakan genç, şaşırarak “Ben mi?” demiş. Gülümseyen yaşlı, aynayı geri alarak “Hayır, sen değil” demiş ve aslanı alt edecek gücün, kendi gücü olduğunu söylemek istemiş. Yalnızca kendisi alt edebilirmiş aslanı. Fakat bunun için aslanı tanımak gerekir.
Genç bu görevle görevlendirilir. Genç bir ağacın tepesine çıkar. Ağacın dibine de bir dana bağlanır. Aslanın danayla ne yaptığı gözlenecek ve cemaate tek tek anlatılacak. Aslan gelir, danayı parçalar, kanını içip yüreğini yer ve geriye kalanları akbabalara bırakır.
Genç delikanlı köye gelip, olan biten her şeyi anlatır. Bunun üzerine gence bir ayna, çivi ve dana teslim ederler. Yarın akşamın adalet gecesi olacağını söylerler.
Ertesi gün genç aynı ağacın dibine gider. Danayı keser, yüreğini çıkarıp aynayı paramparça ederek parçalarını dananın kanıyla yüreğine yapıştırır; sonra yüreği açarak demir çivileri içine koyar. Sopalarla bir iç kafes yaparak danayı canlıymış gibi ayağa kaldırır. Beklemeye başlar. Aslan çok geçmeden gelir. Hemen danayı parçalamaya başlar. Yüreği yalarken kanın ağzına kuru kuru gelmesi güvenini sarsmıştı ama ayna parçaları dilini kesip kanatınca, aslan ağzındaki kanın hayvanın kanı olduğunu sandı ve iştahla tüm yüreği yemeye başladı. Demir çiviler daha da kanattı onu, ama o ağzındaki kanı dananın kanı sanmaya devam ediyordu. Isırdıkça ısırır. Yaraladıkça yaralar kendini. Ne kadar ısırdıysa o kadar kan akıtır kendinden. Sonunda kan kaybından yıkılıp kalır orada ve ölür…
Zapatistalara ait bu hikâye. Ve özellikle 93 ile 2000 yılları arasında iktidarda kalan acımasız Meksika devlet başkanı Zedillo için anlatırlar…
**Rivayet değil! Beş bin yıllık merkezi hegemonyanın Sümer Rahip cehenneminde üreyen ve tüm kaçkınlığı ile halk düşmanlığı temelinde büyüyen nobran iktidar, her türlü söylemi kendine reva görüp; demokrasi ile milliyetçiliği, sağ ile solu, cinayet ile yaşamı ve özgürlük ile köleliği aynı potada eritebiliyor. Böyle bir iklimde “nasıl yani?” sorusu duyulmuyor. Sorarsan düşünce suçlusu, öngörülebilir terörist, yıkıcı bir doktriner olarak damgalanabiliyorsun… Her şeyin tersyüz edildiği, söylemden pratiğe kadar her şeyi ve tüm değerleri ile toplumun tasfiye edilmek istendiği bir dönemde; söyleyecek ve yaşayacak bir şey yok mu? Gerçekten kofti bir despotizm, yaşamdan daha mı değerlidir? Başta savaşın yarattığı yıkım ve krizin faturası, kadına yönelik sokakta vahşet olarak beliren normaliteye, vekilinden bebeğe herkesi içeri tıkmaya yani zindana teşne bir politik dehşete, her şeyi en kirli araçları ile ablukaya alan ve kanserli hücre misali yaygınlık kazanan sembolik şiddete amentü belleyenler için barış, büyük ünlü uyumuna uyan, sıradan bir kelimedir. Tüm bu şiddet sarmalında büyüyen şiddeti yasa, yasayı da şiddetle gürleştiren zihniyet sahipleri, adaletsiz bir barışı bile inşa edemez. Korkunç bir savaş yaşanıyor, “intikam” naraları ile her gün kök kazımaktan, son teknoloji ile sürprizlerden ve yok etmelerden bahsediliyor. Yıkmanın ilkelliğiyle övünenler, yapanlardan nefret ediyor.
**“Alcatraz’dan Kaçış” filmi, deniz ortasında taş kayalar üzerine kurulu hapishanenin hikâyesidir.
Hapishane müdürü yeni gelen tutsak Morris’i tehdit ederek konuşuyor:
“Toplum kurallarına uymazsan seni hapse gönderirler, hapishane kurallarına uymazsan seni buraya gönderirler… Alcatraz, diğer yerlere benzemez. Buradaki herkes yapayalnız ve tek kişilik hücrelerde kalır! Davranış programları yoktur!
İçeridekiler bizim dediklerimize karışamaz, itiraz edemezler; sadece söylediklerimizi yaparlar!
Haber içeren gazete veya dergi yoktur. Dışarıdaki hayatı sadece söylediklerimizden öğreneceksin. Bugünden itibaren hayatın bu bina içinde olanlardan ibaret olacak.
Ayrıcalıkların konuşmak ve çalışmaktır… Alcatraz, iyi korunan bir yerdir. İyi vatandaş değil iyi mahkûm yaratıyoruz… Kimse firar edemedi!”
Morris firar eder elbet. Ona ilhamı veren de bir çiçektir. Umut vardır! Zaten mesele Alcatraz’dan kaçmak değil, kaçabilme düşüncesidir. O düşünce ile yaşamadır. Çünkü başarı oradadır. Bu ülkenin soğuk mu soğuk yüzünden fışkıran tecrit ve onun yaşam tehdidine karşı, zindan direnişleri de kayayı delen suyun gücü gibi yayılıyor. 40 yılda örülen miras, bir başarı hikâyesidir. Özce budur ve kaynağı zindandır. Halhac-ı Mansur, kaldığı şehrin tüm toplumsallığını teneffüs edebildiği Kati’a çarşısında gezinirken, yanında sürekli bir kara köpek bulundururmuş. Ona yemek ikramında bulunanlara “etleri köpeğe verin” dermiş. Buna şaşırıp sebebini merak edenlere de şunu söylermiş: “Onu sürekli yanımda dolaştırıp iyi besliyorum. Çünkü temiz olmayan yanımı temsil ediyor.”
**Hallac’ın tamamen nefs mücadelesine atıf yaparak söylediği bu hakikat, on bir yüzyıl geçtikten sonra şeklini koruyarak özünü hepten kaybetti. Bugün kara köpek yerini, karalara bürünmüş et ve insan kanına susamış barbarlar aldı. Dostoyevski, 19.yy’dan seslenerek “Kendi çıkarları uğruna insanlardan öç alarak yaşamak isteyen kişiler hakkında ne düşünürsünüz? Bu gibi kişiler kendilerini öç alma duygusuna kaptırdılar mı, bu duygu onların varlıklarında ne var ne yok her şeyi alır, götürür. Kudurmuş boğalar gibi boynuzlarını eğip hedefin üzerine yürür” der. Hallac’ın bahsettiği o kara köpekler görmez, bilmez elbet bunu.