Yürümek insanı nereye götürür? İnsan yürüyerek bir yere varabilir mi? Yürümek gitmek midir en nihayetinde yoksa varmanın başka bir yolu mudur? Çok soru sorulabilir, çok cevap da verilebilir. Öyle ki hiçbiri bir anlam da ifade etmeyebilir. Hayat insanı nelerle karışlaştırmaz ki. Sonra insan gittiği yerde de kendini bir şeylerle kıyaslayabilir. Bir taş örneğin, bir kuş ya da uçsuz bucaksız bir yol.
Tüm bunları Ayhan Geçgin’in ‘Uzun Yürüyüş’ adlı romanını okurken düşündüm. Kitap 2015 yılında Metis Yayınları tarafından yayınlanmış. Yazar Geçgin’in üçüncü kitabı bu, sonrasında başka kitaplar da yazmış. Ben ilk defa okuyorum yazarı ve bu kadar ertelediğim için, böyle bir yazarı geç okuduğum için kendime kızdım. İyi bir okur olmak isteyen herkes gibi ben de iyi bir yazar keşfedince diğer kitaplarının peşine düşerim. Ayhan Geçgin’in de öyle olacak. Geç olsun, güç olmasın diye kendimi teselli ediyorum.
Ayhan Geçgin’in Uzun Yürüyüş romanı iki bölümden oluşuyor. ‘Şehir’ ve ‘Dağ’ diye iki kitap olarak yazılan roman İstanbul’da başlıyor. Gerçekten bir yürüyüş romanı. Pek tabii bir arayış aslında. Yollara düşmek bir yerlere varmayı her zaman önüne koymaz. Gitmektir amaç veya mecburiyet. Geçgin de okuru kitabın adı gibi uzun bir yürüyüşe çıkarıyor.
“Hazırlandı. Küçük sırt çantasına birkaç parça eşya koydu. Sabah, diye düşündü, erkenden kalkıp yola koyulacağım. Uzun bir yürüyüş olacak bu.” Roman böyle başlıyor. Annesiyle beraber yaşayan isimsiz karakterimiz, uzun süredir düşündüğü şeyi yapmaya karar verir. Yani eylem başlar. Evine, annesine, her şeye ve herkese yabancılaşmış bir insanı durdurmak mümkün müdür?
Romanın başında kendini ikna etmiş karakterimiz her şeye yabancılaştığını sorguladıktan sonra kabullenmiş oluyor. Bu yabancılaşma onun için bir hapis hayatı gibi görünüyor. Bu yüzden kaçmak gerekir ve bu yürüyüş bir kaçış halini alıyor. Yazar Geçgin, bile bile evden başlatıyor yürüyüşünü. İster istemez bu esnada okur şunu kendine soruyor ki yazar da bunu kastediyor sanki: İnsanın evi var mıdır, ev gerçek midir?
Hayran olunacak dil ustalığı ve cümle derinliği ile okuru beraberinde her şeyi sorgulatıyor yazar. Çalışma hayatını, insan ilişkilerini, vakit öldürme eylemlerini, sistemi, aileyi bir bir düşünüyor. Yani tüm bağlarından aslında yıllardır kopmuş ama hareket edememiş bir karakterle karşılaşıyoruz. En sonunda başlıyor yürümeye. Önce yıllardır dolandığı İstanbul’un Anadolu yakasında dolaşıyor. Üsküdar’da sahile, parklara gidiyor. Sonra başka yakalara geçiyor. Her gittiği yerde kendi ruhunu ve bedenini sorguya çekiyor. Tabii herkesten kaçarken birilerine, bir yerlere yakalanmak da var. Tüm bunlar sürpriz.
Şehirlerden, vadilerden, köylerden, sahillerden sonra varmak istediği dağları görüyor karakterimiz. Çok yol gelmiş, çok şey yaşamış ve birçok şeyden emin olmuştur artık. Bundan sonra dağlardan öğrenecekleri var, buna da hazırdır. Bazen şuursuz, bazen acemi başladığı yolculukta tüm zorlukların çırağı oluyor yürüyen, yani sürekli yol alan.
Şehir yoruyor önce, onu yine kendi içine çekmeye çalışıyor. Sonra direniyor ve vardığı dağda kendine yaklaşmaya çalışıyor. Geçtiği yollar, vardığı engeller, karakollar, hastaneler derken her şeyi arkasında bırakmanın huzuruyla kendi başına kalıyor nihayet. Öyle ki zamanı da ehlileştiriyor ve diyor kendine sır verir gibi: “Günler böylece yavaş yavaş tek bir güne dönüştü. Gün içinde bir sürü gün, el ele dönen günlerin çemberinden uzun, tek bir gün.”
İnzivasına gelene kadar dünyayı sorgulayan karakterimiz kendi geçmişini dünyanın geçmişiyle birleştiriyor ve öyle baka baka sorular devşiriyor. Haklı çünkü. İyi yapmış ve bundan ısrarla emin. Evini unutuyor, yolda yaşadıklarını umursamıyor, bedenindeki değişiklikler onu ırgalamıyor. Böyle bir evreye kendini getirmenin rahatlığıyla yaşarken beklemediği şeyler yaşıyor. Okur zaten bu dil zenginliği ve felsefi derinlik arasında yolda kâh kayboluyor, kâh kendiyle yüzleşiyor.
Gizem bazen kendini beklenmedik serüvenlerden sonra gösterir, gösteriyor da neden yola düştüğünü, yürüdüğünü. Karakterimiz de yol boyunca aradığı cevaba varmış gibi kendi yola çıkış amacını söylüyor birine: “ama belki çok uzun süredir hastaydım. Galiba bir hastalık beni buralara kadar sürükledi. Hastalıklı bir düşünce sürükledi.”
Sonra tüm bunları bir dağ başında düşünen karakterimize başka bir soru geliyor. Onun gibi özgürlüğü arayan ama bunun için savaşan biri bilgi ve birikimini dağların dilinde söylüyor: “Hayat özgür değilse, hayat değildir. İnsan dağa niye çıkar? Özgür değilse çıkar, özgürlüğü için çıkar. Bu böyledir. Sen de buraya kadar doğrusun. Ama kanımca senin yolun çarpık bir yol olmuştur. Neden? Çünkü tek başına özgürlük olmaz meçhul adam, ondan. Tek başına kurtuluş olmaz, ondan.”
İstanbul’’un orta yerinden dağların uçurumuna sürüklenen bir insan her zaman bizim içimizden bize bakıyordur. Ayhan Geçgin de böyle bir bakışı okura gösteriyor, bir yoldaş olarak. Diyebiliriz ki bu roman en önce bir Kürt özgürlük romanıdır. Kürtlüğünden kaçanların da romanıdır. Toplumsal çelişkileri görmezden gelen tüm insanlığın da yol romanıdır. Tavsiyedir, yürüyüş iyi gelen bir şeydir. Çoğalarak yürümek ise çok çok elzemdir.