Türkiye, “İdeolocya Örgüsü” (Necip Fazıl Kısakürek) adlı faşist bir metni kendine rehber almış bir parti tarafından yönetiliyor. O metin içinde parlatılan Nazi ideolojisinin alameti farikası das Führerprinzip ilkesinin Türkçe meali olan Başyücelik doktrinini Türk usulü başkanlık sistemi saplantısına dönüştürmüş bir parti tarafından. Onun son günlerde sorunlu görünen müttefiki parti ise açıkça ‘üstün ırk’ iddiasına bağlı ve iktidar ortağını sistematik olarak gerektiği kadar otoriter ve totaliter olmamak temelinde eleştiriyor. Anayasa Mahkemesinin lağvedilmesini ve Türk ırkından olmayan siyasi partilerin kapatılmasını alenen talep ediyor. Aynı aşırı sağ, ırkçı ve totaliter felsefeye bağlı birkaç parti daha mevcut; onlar muhalif olduklarını söylüyorlar. Bunlardan bir tanesinin ‘uzmanlık’ alanı ve başlıca talebi (hatta biricik varlık nedeni), ülkede sayısı artan mültecilerin sınır dışı edilmesi. Muhalefetin diğer tonlarında din faktörü ağır basıyor ve o cenahta da totaliter bir İslam dayatması kendini gösteriyor. Toplumun kendilerinden farklı kesimlerinin yaşam tarzına yoğun ve yaygın bir müdahale hevesi, bütün çirkin semptomlarıyla ortada. Bunun karşısında konumlanmış laik-solcu tanımına bakıldığında ulusalcı nitelemesinin pozitif kullanımındaki yaygınlık göze çarpar ki bu, sosyalizm ve milliyetçiliğin tarihteki ilk kaynaşması değildir: Nasyonal Sosyalizm yani Nazizm diye bir arketip mevcut.
Ülkenin ana muhalefeti CHP ise, 1923-1950 yılları arasında yaşanmış yirmi yedi yıllık tek parti döneminin demokratik bir muhasebesini yapmaktan hala aciz; bunun yerine mitleştirmeyi sürdürüyor. Dönemin CHP’si, milli devletin temellerini, “som bir Türk ve İslam” memleketine dönüştürdüğü bir coğrafya üzerine atmış ve bununla gurur duyuyor. Dönüştürme operasyonları (Kürt illerinde tenkil ve tedip harekatları, sistematik sürgünler, iskan kanunu, nüfus mühendisliği, Dersim tertelesi ve benzeri) üzerine konuşmak bu ‘en demokratik’ muhalefet için de halen bir tabu. Muhalefetlerin en demokratiği, kendi sicilinde kayıtlı bu faşizan geçmişi hala taşıyor, hatta onunla övünüyor. Kafatası ölçme seferberlikleri hakkında konuşmak yasak, “Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakkı vardır: Hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı” cümlesini sarf etmiş devletlu şahsiyetlerin faşistliğini hatırlatmak da öyle. CHP ‘en demokratik’ muhalefet, çünkü Kürt siyasi hareketi ve ırkçı olmayan sol, yasal sınırlar içinde faaliyet gösteriyor olmalarına ve ülkenin üçüncü büyük siyasi partisini oluşturmalarına rağmen meşru kabul edilmiyor; yok sayılıyor. Öyle ya, “hizmetkar veya köle” olma hakları var sadece. Onların seçilmiş temsilcilerini hapse atmak, yerel demokratik iktidar kurumlarını gasp etmek ve benzeri otoriter/totaliter pratikler söz konusu olduğunda o ‘en demokratik’ muhalefetin öteki yüzü görünür oluveriyor. ‘Yüce önderi’ tarafından ‘yurtta sulh cihanda sulh’ diye şartlandırılmış olmasına rağmen komşu ülkelerdeki Kürt varlığına saldırmak söz konusu olduğunda, futbol tribünündeki amigolara dönüşebiliyor. Demek ki sınır ötesine taşıp onların da demokratik tercihlerini, kültürünü ve dilini yasaklamak gerekiyor ‘esas milletin’ bekası için.
Bu siyasi spektrum manzarası, sağ ve sol, dinci ya da laik bütün tonları ve nüanslarıyla (bir tek istisnayla) Türkiye’de siyasetin bir bütün olarak Batı kriterlerine göre faşizm tanımının sınırları içinde var olduğu anlamına geliyor. Fikir hayatı, o faşizan sınırlar dairesi dahilinde cereyan edecek, dışına çıkan beka sorunu olarak etiketlenecek ve imhası vacip olacaktır. Sabahattin Ali’den Musa Anter’e, Ethem Sarısülük’ten Tahir Elçi’ye uzayıp giden bir liste…
Bu faşizan atmosferin sağdan sola, en fanatik İslamcıdan su katılmamış laikçisine kadar basın-yayın organlarının cümlesi, Avrupa Parlamentosu seçim sonuçlarına atfen ağız birliği etmiş; diyorlar ki Avrupa’ya faşizm geliyor! Gayrı ihtiyari ilk tepki, ne güzel işte sevinin size kardeş geliyor olmalı. Ama faşizmin ırkçı hamuru gereği işler öyle yürümüyor. Misal, Türkiye’deki ikinci tek parti diktatörlüğü çağına destekten geri durmamak adına seçim zamanı konsolosluk kapılarına yığılan milyonlarca mütedeyyin ve milliyetçi Türk seçmen, yaşadıkları ülke söz konusu olduğunda sosyal demokrat ve sosyalist partilere oy verme izdihamı içinde adeta birbirini ezebiliyor. Çünkü eğer o ülkelerde iktidara sosyalistler değil de ırkçılar gelirse, renkleri, çehreleri, dilleri ve kültürleri kendilerine benzemeyen topluluklara zulüm edeceklerdir. Muhtemelen onlara, kendilerinin hizmetkârı ya da kölesi olmak dışında bir hak tanımayacaklardır. Sonra aman İslamofobi, yandım ırkçılık diye dağa taşa tırmanmaktan başka çare kalmayacaktır.
Faşist faşistin kurdudur. Havayı koklar; tehlikeyi fark eder.