Ertuğrul Kürkçü
Hafta başında 75 kadın ve kadın kuruluşu temsilcisi Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreterliği ve BM Kadın Örgütü’ne bir mektup yazdılar. Kuruluşun Türkiye’nin Suriye ve Irak’ta Kürtlere yönelik saldırılarını BM Sözleşmesi’nin 51. Maddesi’ne dayanarak meşrulaştırmasına sessiz kalmasını eleştirdiler.
Aralarında on yıllardır kadınların, siyahların, yerli halkların, yoksulların, zorla kaybedilenlerin, LGBTQ’nun dava ve mücadelesine verdikleri büyük katkılardan tanıdığımız Angela Davis, Janet Biehl, Barbara Ehrenreich, Judith Butler, Meredith Tax gibi kıdemli düşünür ve eylemcilerin de yer aldığı kadınlar, Birleşmiş Milletler’i uyardılar: Türkiye’nin “sınır ötesi harekatlarının” 2017’den bu yana Kuzey Doğu Suriye, Şengal ve Güney Kürdistan’daki 11 bin nüfuslu Maxmur mülteci kampına yönelik hava saldırılarıyla birlikte yıkıcılıkta “yeni bir düzeye ulaştı[ğını]” açıkladılar.
Ortak imzalı mektup, Türkiye’nin “yargısız infaz, keşif saldırı ve askeri işgal operasyonlarını BM Sözleşmesi’nin 51. Maddesi uyarınca ‘öz savunma’ ile gerekçelendir[işini]”ni ele alarak, bunun geçerli hiçbir dayanağı bulunmadığını sergilediler ve Birleşmiş Milletler’den “[Türkiye’nin] Kuzey Doğu Suriye ile Güney Kürdistan’a yönelik sınır ötesi saldırılarını durdurmak için mekanizmalarını harekete geçirmeye çağır[masını]” istediler.
Bu kadınların, bir araya gelerek “Edi bese” diye haykırmalarının kendileriyle birlikte taşıdıkları muazzam itibar ve haklılığa karşın uluslararası hukuku bir çırpıda harekete geçirmesi hiç kolay değil, ama bu haykırış boşuna da değil. Çünkü, güçlü, küresel çapta bir ahlakî kabarış eşlik etmeksizin uluslararası kurumlar ve uluslararası hukuk mekanizmaları kendi kendisine işlemiyor.
Türkiye’nin “sınır ötesi harekât”larının uluslararası hukuk kapsamında suç oluşturduğunu söyleyenler yalnızca BM’ye mektup yazan bu “ünlü” ve “etkili” kadınlar değil. Erdoğan rejiminin “suçları” uluslararası hukuk çevrelerinde de çoktandır tartışılıyor.
Örneğin Uluslararası Ceza Mahkemesi yargıcı Claus Kreß, Türkiye’nin BM Sözleşmesi’nin 51. Maddesi’ne dayanarak giriştiğini iddia ettiği -sinikçe “Barış Pınarı” olarak adlandırılan- Ekim 2019’daki kanlı Tel Abyad ve Serekanî işgalinin “uluslararası suç” ve harekât emrini veren Erdoğan’ın “uluslararası suçlu” olduğuna dair “kuvvetli karineler” bulunduğuna ilişkin mütalaasını henüz işgal sürdüğü sırada ortaya koymuştu.
Kreß mütalaasında, Türkiye Cumhurbaşkanı’nın ‘Barış Pınarı’ emrini vererek ve sürdürerek, Uluslararası Ceza Statüsü’nün 8. Maddesinde tanımlandığı gibi “saldırı suçundan bireysel cezai sorumluluk üstlenmiş” olduğuna dair ipuçlarına değiniyor ve şöyle diyordu: “[…] Güvenlik Konseyi’nin Mahkeme’ye havale etmeye karar vermesi halinde Mahkeme, ön soruşturma açabilir.”
Böylece, 75 kadının mektubunun doğrudan doğruya BM Genel Sekreteri’ni ve bu işgal harekâtında can veren ve mağdur olan kadınlar adına BM Kadın Örgütü’nü muhatap almalarının hiç de yersiz ve boşuna olmadığı görülüyor: “BM mekanizmaları” orada ve irade ile hareket ediyorlar ama irade nerede?
Prof. Claus Kreß de BM Güvenlik Konseyi’nin etkin güçleri arasında yer alan “NATO’ya üye devletlerin ciddi sorular sorulma[yı]” hak ettiklerini kaydediyor.
Onun yanıtı şu: “Bildiğim kadarıyla, NATO ortakları, Türkiye’nin […] ilan ettiği kitlesel güç kullanımının uluslararası hukuka göre nasıl haklı gösterilebileceğini uluslararası topluma doğrulanabilir bir şekilde açıklamasını istemedi. ‘Barış Pınarı’ Operasyonu başladığında bile, NATO ortakları uluslararası hukuka başvurmayı Suriye Devlet Başkanı’na – uluslararası hukuka göre sivillere karşı işlenen suçlardan dolayı yıllarca bireysel cezai sorumluluk üstlendiğinden şüphelenilen aynı Suriye Devlet Başkanı’na – bıraktı. […] NATO üyesi ülkelerin çoğunun ‘Barış Pınarı’ Operasyonu başlamadan önce güç kullanımının yasaklanmasına alenen atıfta bulunmaktan kaçınmış olmaları kolektif bir başarısızlık olarak kabul edilmelidir.
“[…] Uluslararası Adalet Divanı haklı olarak bu yasağı mevcut uluslararası hukuk düzeninin temel taşı olarak nitelendirmiştir. Bu yasağın özüne meydan okunduğunun göründüğü bir durumda sessiz kalmak, bu köşe taşının sarsılmaya başlaması riskini almak demektir.”
Prof. Claus Kreß mütalaasında bu kolektif sessizliğin kaynaklarına da işaret etmişti: “Türkiye Cumhurbaşkanı utanmadan Avrupa Devletlerini, bu devletlerin ‘Barış Pınarı Harekatı’nı yasal olarak eleştirmeleri halinde mültecilere kapılarını kendilerine doğru açacağını söyleyerek tehdit etti.”
NATO’nun merkez güçleri, Avrupa kapılarına göçmen akınının önünü kessin diye, Kürtlerin hak ve hukukuna saldırmasına sessizce onay verdikleri Erdoğan’ın gün gelip kendisini “şimdi de sizdeki siyasi göçmenleri bana verin diye” NATO’nun kapılarına dayanacağını akıllarından hiç geçirmemiş olabilirlerdi. Ama oldu işte. Avrupa hak hukuk ve adaletle sınanıyor.
İnsan haklarından tavizin nerede biteceğine dair bir tarih yasası yok, ama sırtı sıvazlanan faşizmin nerede bittiğine tanıklık eden bir Avrupa tarihi var; ibret almayı bilene!