M. Ender Öndeş
Birkaç gün önce İtalya ile ilgili başka bir şey araştırırken, sosyalist milletvekili Giacomo Matteotti’nin öldürülmesi vakasına bakıyordum ama konu oradan dönüp dolaşıp Aventine meselesine geldi.
Aventine meselesi önemli. Biraz sabır rica ederek kısaca anlatmak istiyorum.
Sene 1924, İtalya. Seçimler tam anlamıyla faşist terör ve hilekârlık altında geçmiş, katılımın düşük olduğu koşullarda Mussolini’nin Faşist Partisi, yüzde 64.9 oy oranına ulaşarak 535 sandalyeli mecliste 355 milletvekiliyle ezici bir çoğunluk kazanmış. Bir önceki seçimlerde yalnızca 37 milletvekili kazandıkları düşünülürse, sokaklarda ve sandıklardaki terör işe yaramış görünüyor! Böylece faşistler tam anlamıyla gemi azıya alıyorlar; “kurdun dişine kan değiyor” bir nevi. Kara Gömlekliler sokakları teslim alıyor, her gün kaldırımlarda muhaliflerin cesetleri bulunuyor, sendikalar ateşe veriliyor, gazeteler kapatılıyor… Manzara böyle.
Parlamento açılınca muhalif partiler Mussolini’yi, “anayasaya aykırı” davranmakla ve seçimleri baskı altında yürütmekle suçluyorlar. En ateşlileri de sosyalist milletvekili Giacomo Matteotti. Çok sert konuşuyor kürsüde ve bunun karşılığı olarak, hükümetin güvenoyu almasından üç gün sonra, 10 Haziran 1924’te Roma’nın orta yerinde kaçırılıyor. Cesedi 18 Ağustos’ta bir ormanda bulunuyor. Bu arada polis olayda kullanılan aracın Faşist Parti yöneticilerine ait olduğunu belirliyor; katiller yakalanıyor, Faşist Parti ileri gelenlerinden bazıları da tutuklanıyor. Ortalık iyice karışıyor. Faşizm yanlısı gazeteler bile tepki gösteriyor, hatta parti içinde bölünmeler gerçekleşiyor. Cinayeti faşizm düşmanlarının hazırladığını ileri süren Mussolini ise durum kritikleşince Roma dışından çeteler getirerek hamle yapıyor.
Parlamentoda sert tartışmalar oluyor tabii. Bu arada iktidar grubu bir güven oylaması numarasıyla Mussolini’yi temize çekiyor, Mussolini de iki liberali ve milliyetçilerin önderi Federzioni’yi kabinesine alarak imaj tazeliyor. İtalyan sosyalistleri ise tabii ki yasallığa ve Anayasaya bağlı kalmakta kararlı! İstedikleri, hükümetin istifası, milislerin kaldırılması ve yeni seçimlere gidilmesi. Ve hâlâ krala güven besliyorlar, onu Mussolini’den uzak durmaya ikna etmeye çalışıyorlar, vs. vs..
Bu noktada sosyalistler ve liberal muhalifler, son derece basiretsiz bir karar alarak, faşist milisler dağılıp yasal anayasa düzeni işletilinceye kadar, parlamentoya katılmayacaklarını belirtip meclisten çekiliyorlar. Bu harekete katılanlar, Gaius Gracchus liderliğindeki Roma pleblerinin MÖ 2. yüzyılda son direnişlerini sürdürdükleri tepeye atıfta bulunularak Aventine Grubu olarak anılıyor. Stratejileri, böylece bir hükümet bunalımı yaratmak, Kral III. Victor Emmanuel’i Mussolini’nin istifasında ısrar etmeye ve yeni seçim çağrısı yapmaya ikna etmek. Bu arada, Mussolini’nin kabinesine kukla olarak aldığı birkaç liberali de çok fazla önemsiyorlar. Sokak eylemi akıllarından bile geçmiyor; milislere karşı savunma örgütlemek yerine yalnızca dağıtılmalarını ‘rica’ ediyorlar. Faşizmi devirmeye yönelik halk ayaklanmasına ise zinhar karşılar! Üstelik belirgin bir kibirle, Aventine’ye katılmayan komünistler ve diğer gruplarla da işbirliği içine girmiyorlar. Kral Mussolini’yi görevden alacak, yeni seçimler yapılacak! Bütün formülleri bundan ibaret. Ama bunların hiçbiri olmuyor.
Böylece protesto eylemlerinden öteye gidemeyen ve antifaşist bir cephe birliği yaratamayan muhalefet giderek ezilirken, parlamentoda her istediğini yapabilecek duruma gelen Mussolini, faşistlerin bile kendisine karşı çıktığı bir kriz ortamından paçayı kurtarıp uçurumun kenarından dönüyor ve o inisiyatifi ele geçirirken, Kara Gömlekliler de yeniden sokakları kana bulamaya başlıyorlar. Durmadan OHAL ilan edip duran Mussolini, kararname yetkisini de ele aldıktan sonra 22 Haziran 1925’te noktayı koyuyor: “Ulusu faşistleştirmek istiyoruz, tüm iktidarı faşistlere vermek istiyoruz.”
Demokrasinin ruhuna fatiha! 1926’da Aventine’ciler yeniden meclise katılmak istediklerinde ise artık perde kapanmış oluyor ve canını kurtaran kendini şanslı sayıyor!
En acısı da Mussolini’nin o günlerde söylediği şu alaycı sözler oluyor tabii: “Rakiplerimiz ne haldeler, ne yaparlar? Genel grev, hatta mahalli grevler mi düzenliyorlar? Ordu içinde isyan çıkarmaya mı çalışıyorlar? Hiçbiri değil; basın kampanyalarıyla yetiniyorlar!”
Ağırına gidiyor insanın, değil mi? Evet, öyle.
Hikâye bu kadar. Bitti.
Keşke böyle bitmeseydi tabii. En azından bizim hikâyemiz böyle bitmesin. Malum, tarihin tekerrürü denilen şey, Akif’in söylediği gibi, ondan ders almamakla ilgili.