Almanya’da iktidardaki “Trafik Lambası” koalisyonu, kısmen kendi iç kırılganlıklarının, kısmen küresel güç kaymalarının yol açtığı savrulmalar arasında sürüklenirken ülkeyi de yakın tarihte gördüğü en büyük trafik tıkanıklığının içine soktu.
“Tıkanıklık” sadece bir mecaz değil, Şansölye Scholz’un hükümeti traktörlerini başkent Berlin ve Köln, Hamburg, Münich gibi eyalet merkezlerinin ana arterlerine süren ve sokakları gübreye boğan çiftçilerin protestoları karşısında bocalıyor. Bir feribotta öfkeli çiftçilerin Yeşil Ekonomi ve İklim Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Robert Habeck saatlerce mahsur kaldıktan sonra “Almanya’da darbe heyulası”nın kol gezdiğinden dem vurdu ve olan biteni protofaşist Almanya İçin Alternatif (AfD) Partisi’nin çiftçi protestolarına sızmasıyla açıklamaya çabaladı.
Bakanın siyasal miyopluğunun işçi grevleri ve çiftçi protestoları bir tsunami gibi, ilerlerken çıplak gözle görüneni bile algılamasına izin vermediği ortada.
Bütün kapitalist ülkeler gibi Almanya’da da toplumsal hayatın iniş ve çıkışlarını emek ve sermaye arasındaki çelişkilerin seyri belirliyor. Almanya’nın sosyo-politik düzeni ikinci dünya savaşı sonrasında yeniden kurulurken bir tür ulusal konsensus ile benimsenmiş olan geniş bir toplumsal uzlaşma üzerinde yükselmişti. Bu toplumsal uzlaşmayı yansıtan, nispi temsile ve yerel özerkliklere dayalı, sosyalist solun dışlandığı seçim sisteminde merkez-sol ve merkez-sağ partilerin uzun ömürlü “büyük koalisyonları” bile kurulabilmişti. Avrupa Birliği’nin genişlemesi, Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesi sonrasında ülkenin Avrupa’nın merkezine yerleşmesinin devlete ve ekonomiye sunduğu avantajlarla birlikte Almanya yüksek büyüme hızıyla, enflasyon ve bütçe açıklarının söz konusu olmadığı, tersine en büyük sorunu bütçe fazlasının ne yapılacağı olan maliyesiyle “Batı”da göz alıcı bir konuma yerleşmişti.
Ancak, son dört beş yılda karşılaşılan iki büyük genel kriz bu parlak tablonun altındaki temel hakikati, siyasal yaşamın çatışan sınıflar arasındaki gerilim üzerinde yükseldiğini Almanya’ya da büyük bir hızla hatırlattı. COVID 19 pandemisinin küresel büyümede yol açtığı büyük daralma Almanya ekonomisine de dolaysızca yansıdı, bunu Scholz hükümetinin Ukrayna-Rusya savaşında benimsediği Atlantikçi tutumun getirdiği sıkıntılar izledi. Bütçe fazlaları ve önceki on yılın bütün kazanımları “Rusya’yla olası savaş” hazırlıklarının dayattığı 100 milyarlarca Avroluk ölü yatırımlara ve silah alımlarına aktı. Merkel döneminde Rusya doğal gazına bağlanarak nispeten ucuz bir biçimde tedarik edilen enerji maliyetleri, “düşman” Rusya doğal gazının kesilmesiyle en az yüzde 20 dolayında fırladı. Almanya, Scholz’un “Trafik Lambası” hükümeti döneminde birkaç on yıldır unutmuş olduğu sıkıntılarla yeniden tanıştı: Enflasyon, hayat pahalılığı, ücretlerde gerileme, yoksullaşma, sivrilen ve keskinleşen eşitsizlikler…
Bütün bunlar yetmezmiş gibi, Almanya anayasa mahkemesi, hükümetin pandemi döneminde kullanma yetkisi aldığı acil krediyi yeni iklim ve yeşil dönüşüm fonuna yönlendirme kararını iptal etti. Son üç yıl boyunca askıya alınmış olan Anayasal “borç freni”nin yeniden yürürlüğe girdiği dönemde gelen bu kararla kamu maliyesinde oluşan “kara delik”i nasıl tıkayacağını bilemeyen hükümet, klasik refleksle tarım desteklerini (sübvansiyonları) kaldırmaya, vergileri artırmaya, ücretleri kısmaya yöneldi.
İlk yaygın tepkinin geleneksel olarak yüzlerinin muhafazakâr partilere dönük çiftçilerden gelmesi, siyasette bir “AfD heyulası” söylencesinin dolaşmasını kolaylaştırmış olsa da durum daha karmaşık. Bu hafta demiryolcular trenleri hangarlara çektiler. 2024’te uzun ve sert bir grev dönemi planlıyorlar. Hekimler sağlığa daha geniş sübvansiyon talebiyle muayenehanelerini kapatmaya hazırlanırken, geçiş ücretlerindeki fahiş artışlara öfkelenen nakliyeciler de Almanya’nın ünlü otoyollarını Perulu meslektaşları gibi kesmeyi planlıyor.
AfD bu iklimde öne çıkıyor ve propagandasını klasik protofaşist, ultra milliyetçi temaları öne çıkararak götürüyor: Ancak AfD’nin pompaladığı göçmen ve yabancı düşmanlığı, Hitlervari “Deutschland über Alles” yaygaraları, Orta Doğu’dan gelen göç yolları üzerinde olmayan ama paylarına iki Almanya’nın birleşmesinin külfetleri -göreli yoksulluk, sosyal yardımların daralması, ihmaller- düşmüş olan eski Doğu Almanya eyaletlerinde daha çok revaçta. AfD’nin bu propaganda kampanyası genel olarak muhafazakâr seçmene seslense de partinin asli politik hedefi olan Almanya’nın kendine yeterli, “güçlü” bir devlet olarak yeniden kurulması hedefiyle tutarlı: Parti bu kapsamda Almanya’nın Rusya’yla savaştan çekilerek, ayrı barış yapmasını ve ABD ve Batı Avrupa’nın değil kendi jeostratejik konumunun gereklerine uygun bir ekonomi politikası izleyerek Rusya’yla iktisadi işbirliği yürütmesini güncel politik hedef olarak ileri sürüyor.
AfD’nin, yoksullaşmalarıyla Scholz hükümetinin “savaş siyaseti” arasındaki sıkı bağı idrak eden yoksul Doğu Almanya halkı arasında nüfuz kazanmasını komplo teorilerinden çok bu sosyo-ekonomik gerçeklerle ilgisi var.
Nitekim aynı sosyo ekonomik gerçekler Doğu Almanya’dan kopup gelen Demokratik Sosyalizm Partisi’yle, Sosyal Demokrat Parti’nin Sol kanadının birleşmesinden doğan ve üç dört yıl öncesine kadar yüzde 10 eşiğini zorlayan Sol Parti (Die Linke) saflarında da yankı buldu. Doğu Almanya’dan gelen genç kuşak liderlerden Sahra Wagenknecht’in AfD’ye yönelişin önünü keserek bu dalga üzerinde yükselmek iddiasıyla Linke’den ayrılarak yeni parti kurma ve bir “mufazakar sol” politika oluşturma hamlesi boşlukta kalmadı. Birkaç ay önce yapılan bir anket, seçmenlerin yüzde 14’ünün bu partiye oy vermeyi düşünebilecekleri söylediklerin gösterdi.
Wagenknecht’in “muhafazakâr sol”unun sosyalizmle bir ilgisi yok elbette. Başlattığı hareket ekonomide kamu müdahalesini ve sosyal yardımların artırılmasını ve gelir transferinin kaynağını zenginlere yüklemeyi öngörse de servet ve miras hakkının güvence altında olacağını ve Federal Almanya’nın kurucu ideolojisi olan “ordoliberalizm”e, yani “sosyal piyasa ekonomisi”ne bağlı kalacağını vaat ediyor ve “adil bir piyasa ekonomisi” istiyor. Bu politikaların gelecek için anlamlı bir karşılığı olmayabilir ama, “eski güzel günler”i ve “daha eski ve daha güzel günleri” arzulayanların onlara kulak kabartmasının hiçbir maliyeti yok. Önümüzdeki günlerde Almanya Olaf Scholz ve “Trafik Lambası” koalisyonunun Atlantikçi dış politikası ve “kemer sıkma” önlemlerinin faturasını ödemektense alternatif politika önerilerine kulağını daha çok açacak ve sendikaların sesi daha kuvvetle işitilecek.