George Orwell’in 1984 romanında dünyanın iki süper devleti Okyanusya ve Avrasya sürekli çatışma ve savaş halindedir. Bu uluslararası durum öngörüsünün “Soğuk Savaş” boyunca büyük ölçüde hayata geçtiğine insanlık olarak tanık olduk. 21. Yüzyıl’a gelindiğinde bu küresel kutuplaşma, ideolojik bagajından arınırken coğrafi görünürlülüğe de kavuştu. Jeopolitik “mesleğinin” erbabı, uzun süredir “Atlantik” ve “Avrasya” blokları arasındaki bir kamplaşmadan söz eder oldular.
Türkiye’de kimlik algıları açısından soğuk savaş sürecinde fazla bir sorun yoktu. Cumhuriyet’in kurucu korkusu olan “Sevres Sendromu”, küresel anti-komünist ideolojiyle girdiği kimyasal reaksiyon içinde milli paranoyanın başlıca tezahürünü “komünist tehdit” olarak somutlamayı başarmıştı. Bu ideoloji ile donanmış olan 12 Eylül darbesi, sol hareketi ve emek örgütlenmelerini ülke haritasından adeta sildi. “Dış mihraklar” olarak işaretlenen komünist ülkeler ise 1980’li yılların sonuna doğru ortadan kalkacaktı. Ama bu koşullar, ülkede bir ideolojik rahatlama yerine yeni sarsıntılara neden olacaktı. Cumhuriyetin ideolojik elbisesinin iki önemli söküğü giderek daha çok görünürlük kazanıyordu: İslami kimlik ve Kürt kimliği. “Sevres sendromu”, milli kimliği şiddetle sarsan bu iki fay hattının “iç ve dış mihraklar” retoriğiyle ötekileştirilerek inkârı için artık yetersizdi. Yalnızca popüler sağduyu düzeyinde değil devletin kendi ideolojik netliği anlamında da derinleşen bir kimlik krizi yaşanmaktaydı.
2003 tarihli “Türk Genelkurmayı: Bölünmüş ve Huysuz Bir Koalisyon” başlıklı ABD Ankara Büyükelçilik raporu, yıllar sonra (2011) Wikileaks tarafından yayınlandı. Bu rapor, ordu içinde üç fraksiyon olduğunu belirtiyor: Atlantikçiler, Ulusalcılar ve Avrasyacılar. İttifak içindeki Avrasyacılar ve Ulusalcılar, Rusya ile ittifaka eğilimlidirler çünkü bu ittifakın Türkiye’nin demokratikleşmesini gerektirmeyeceği inancına sahiptirler. Avrasyacı/ulusalcı bakış açısının bir başka özelliği, milli kimlikler içinde dinsel aidiyetleri özellikle de İslami kimliği inkâr etmenin artık gerekli olmadığının kabulüdür. Buna karşılık en büyük tehdit “bölücülüktür” ki Atlantik bloğunun özellikle Avrupa’nın dayattığı demokratikleşme, özellikle bu tehdidin gerçekleşmesine yol açma tehlikesi taşımaktadır.
ABD Büyükelçisi’nin “bölünmüş ve huysuz koalisyon” tanımını, Genelkurmay’la sınırlı olmaktan çıkarıp bütün “devlet aklı” sathına yayarak resmi ideolojiyi ve siyasal ekseni yeniden tanımlama savaşı olarak algılamak doğru olur. Bu durumda da bir yanda Atlantikçi/Avrupacı öte yanda Avrasyacı/Ulusalcı kanatlar arasındaki huysuz koalisyon yerine, özellikle 15 Temmuz “darbesinden” bu yana bir Avrasyacı/Ulusalcı “beton-devlet” gidişatı saptamak daha doğru olacaktır.
Avrasyacı/Ulusalcı beton-devletin harcına en önemli malzeme takviyesi, Aleksandr Dugin’in “Yeni Avrasyacı” görüşlerinden gelmektedir. Dugin, Atlantikçi küreselleşmeye karşı ulus-devlet modelini korumak gerektiğini vazediyor. Komşu ülkeler olarak, Rusya, İran ve Türkiye arasında “karasal” ittifakın gereğini savunuyor. Bu ittifak, komşuların komşularına doğru yayılacaktır; Fars, Türk, Müslüman gibi kimlikler Avrasyacı perspektif açısından sorun oluşturmamaktır. Nihai hedef, Asya ve Avrupa kıtalarını içeren bir coğrafi bloktur.
Dugin ile yakın ilişki içinde olmakla övünen Doğu Perinçek gibi “Türk bilgeleri”ne göre; İran, Irak, Suriye ve Türkiye, toprak bütünlüklerini savunmak temelinde ortak davranmalıdır çünkü bu, Atlantikçilerin dayatması “Kürdistan” projesinin hayata geçmemesi için zorunludur. Avrupa Birliği’nin demokratik hak ve özgürlükler diye koştuğu şartlar Perinçek’e göre “sapıklık hakları”dır. ABD önderliğindeki Atlantikçilik, Avrupa Birliği yoluyla bu şartları dayatırken bir yandan da Suriye’de Kürt güçlerini silahlandırmaktadır. Böylelikle “demokratikleştirerek bölme” projesi yanında “ikinci İsrail” olarak birleşik Kürdistan kurma amacı da gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Dugin Avrasyacılığının Türk milli paranoyasına adaptasyonu sonucu Avrasyacılık, tamamıyla Kürt korkusu içinde bir paranoid şizofreni vakasına dönüşmüş bulunmaktadır.
İşte Türkiye, S-400 alımlarıyla bir eksen kayması içine sürüklenirken Ulusolcu/Avrasyacı yeni “resmi ideoloji” de Siyasal İslamcı Erdoğan liderliğinde böyle adım adım şekillenmekte. “Şanlı ordumuza” Patriot füzesi yanında F-35 jetlerini de (üstelik parasını ödediğimiz halde) teslim etmeyi reddederken Suriye’deki cihatçı müttefiklerimize karşı Kürt güçlerine silah ve hava desteği veren; “aziz vatanımızı bölmek” amacıyla “demokrasi” silahını kullanan “dış mihraklar” olarak ABD ve Avrupa Birliği, resmi ideolojinin ve milli kimliğin yeni “Öteki”si olarak formüle edilme aşamasındadır. Başka deyişle, 20. Yüzyıl’ın Türkiye’yi parçalara ayırma kâbusundan müteşekkil “Sevres Sendromu”, 21. Yüzyıl’da yerini “Atlantik Sendromu”na bırakmaktadır.