Basra körfezinden başlayıp Irak’ı boydan boya aşarak Türkiye sınırlarına giren bir yolla Asya ile Avrupa arasındaki mevcut ticari koridorlara kısa ve daha güvenilir bir seçenek inşa edileceği açıklanıyor.
Yalnız dikkat, “küçük bir pürüz” var: Yolun geçtiği Irak coğrafyası devletler ve devlet dışı birçok silahlı örgüt tarafından bütünüyle mayınlanmış durumda! Üstelik, ilk bakışta görülenler gösteriş budalası yerel güçler tarafından davul zurna çalarak yerleştirildiği için bakınca hemen görülebilen mayınlar!
Daha derinlerde, dünyanın egemenliği için birbirleriyle itişen ama doğrudan savaşmayı şimdilik göze alamadıkları için kendileri için savaşan “yerel aktörleri” kullanan küresel güçlerin o bölgenin her metrekaresine hiç de görünmeden ve gözükmeyecek tarzda sinsice döşedikleri var! Çok daha büyük yıkım gücüne sahip ama görünmeme avantajını kullanarak sürpriz yapıp gafil avlayacağı avını bekleyen sinsi mayınlar!
Yani, öyle sadece yolu düzleyip asfalt dökerek yapılamayacak bir yol!
İktidarın güvenlik ve diplomasi görevlileri, başta Hakan Fidan olmak üzere Bağdat ve Erbil’i neredeyse her gün ziyaret ediyor. Aynı kişiler ABD ve Brüksel ile Ankara arasında da mekik dokuyor. İzin peşindeler!
Mısır ve Suudi Arabistan’la düşmanlık düzeyindeki yüksek gerilim karşılıklı sözümona dostluk ziyaretleriyle bir anda gevşiyor ve taraflar izleyenlerin midesini bulandıran bir riyakarlıkla kucaklaşarak yeni bir dönem başlatıyor.
O arada Erdoğan, Bahçeli ve yandaş basın neredeyse her gün Rojova’ya öncekilerden çok daha güçlü bir saldırı yapılarak “Teröristan” dedikleri Kürt bölgelerinin derinlemesine işgal edileceğini iddia ediyor.
Bahçeli, öncesinde ilan edilen “30 km.” ne ara değiştiyse, “60 km. yetmez, daha da ileri” bir derinlikte bir “güvenlik alanından” bahsederken; Erdoğan, Suriyeli milyonlarca göçmenin bu yeni işgal alanına yerleştirileceğini açıklıyor.
Irak’da ise, Türkiye sınırlarından başlayıp Musul ve Süleymaniye’nin de içinde olduğu bir alanın şimdi mevcut 50 bine yakın askerin çok daha fazlasıyla takviye edilerek kontrol altına alınmak istendiğini, PKK ve YNK ile savaşılacağını, böylesi bir savaş için Irak hükümeti ve KDP’den destek alınmaya çalışıldığını görüyoruz. Öyle görünüyor ki, KDP şimdilik “örtülü” bir destek veriyor, ama Irak hükümeti daha mesafeli bir duruşta tutunmaya çalışıyor.
Elbette hepsi için ABD’den izin alınmak isteniyor. İzinsiz olmaz!
Peki, pembe hayalleri biraz gölge düşürecek olsa da, gerçeklerin içinden bakınca akla gelen bazı soruları sorabilir miyiz?
Anayasası iktidar tarafından askıya alınan, aynı iktidarın kendi taraftarları dışında bütün toplumu düşman olarak görmesiyle toplumsal bütünlüğü ve ortaklaşma asabiyeti çözülen, ekonomisi çökme belirtileri gösteren, halkı sürekli daha derin bir yoksulluğa sürüklenen, devleti çeteler ve tarikatlarla iç içe geçmiş bir ülke, Orta Doğu gibi bir savaş coğrafyasında bütün bunları nasıl yapacak?
Fetih için bölgeye hamle yapılırken, bölgedeki cehennemin de Türkiye’yi içine çekeceği açık değil mi, yeni bir “Sarıkamış” ya da “Yemen” peşinde mi koşuluyor?
Osmanlı’nın çöküş döneminde Abdülhamid’in despotizmini yıkıp “Osmanlı vatandaşlığı” temelinde bir çözüm üzerinden dağılan Osmanlı ülkesinin “iç asabiyetini-bütünlüğünü” yeniden inşa edip “devleti kurtarmak” hedefiyle çıktıkları yolda, kendileri yıktıklarının neredeyse aynısına dönüşen Talat, Enver, Cemal üçlüsü, çöküşü daha da hızlandırmışlardı.
Buz gibi havada çarıksız, paltosuz karla kaplı dağları aşıp Kafkasya’yı fethe giderken ya da yiyeceksiz, susuz, korunaksız kalıp sıcaktan kavruldukları Yemen çöllerinde açlık ve susuzluktan veya şimdilerde “top yemi” denildiği gibi önüne sürüldükleri modern İngiliz ordusunun gelişmiş silahlarının önünde sapır sapır toprağa düşerek kaybolup giden Anadolu insanları, şimdi de Suriye ve Irak’ın her metrekaresi küresel ve yerel güç dengeleriyle mayınlanmış coğrafyasında mı yok olacak?
Her iki alanda da savaşan Selanik/Serez’den Çerkez kökenli bir Osmanlı ordusu subayı olan anne tarafından binbaşı İsmail dedemin ve İstanbul Fatih medresesinde İlahiyat okuyup döndüğü memleketi Karaman’da hocalık yaparken askere alınıp Yemen’e savaşmaya gönderilen baba tarafından Hacı Bahri dedemin anlattıklarıyla çocukluğu geçmiş birisi olarak ülkeyi şimdi benzeri bir yola sokmak için çırpınanlara soruyorum: “Biliyoruz, sizin ülke ve halkla ilgili hiçbir sorumluluk duygunuz yok, sermayenin bölgesel egemenlik ihtiyacını karşılamaktan ve o arada banka hesaplarınızı büyütmekten başkasını görmüyorsunuz, ama o malum üçlünün başına gelenleri biliyorsunuz değil mi?”
Anlattıkları olaylar unutulmayacak cinstendi, hatırlıyorum, inanılmaz rastlantılarla yaşamını kaybetmeyen çocukluğumun bu iki bilge insanı o facialardan canlı çıkabildiği içindir ki, ben varım; irili ufaklı egemenler için belki ufak hatta hiçlik düzeyinde bir ayrıntı, ama ben o “hiçlik” sayesinde varım; o geçmiştekiler olsun şimdikiler olsun bütün egemenlerin ve onların açgözlü hesaplarının canı cehenneme, kim olursa olsun bütün insanların yaşama hakkı şimdi ve burada da en can alıcı olan durum değil mi?
Ülkenin kuzeyindeki Ukrayna’da atom silahlarının kullanılacağı tehditleriyle yürütülen ve hızla çevresine yayılma hatta bir dünya savaşına sıçrama potansiyeliyle yüklü bir savaş yaşanırken, güneyinde İsrail’in Filistin halkına soykırım boyutlarına sıçramış vahşi saldırısının her an Lübnan’a ve oradan bölgenin tümüne yayılabileceği bir savaş varken, bu sıçramanın en yüksek düzeyde yaşanıp bir İran-İsrail savaşına dönüşebilme olasılığı fiilen güç kazanırken ve üstelik zaten kendi ülkesinin içindeki binbir gerilimle zorlanırken “ben de varım, benim canım yok mu, ben de isterim” diyerek ateşe gönüllüce atlamak doğru mu?
Farkında mısınız, küresel hegemonya savaşının Lviv ve Kiev’den başlayıp Basra’ya uzanan ön-cephe hattının tam da ortasındayız! Hattın nispeten sakin olan bölgesi Gürcistan şimdilerde Batı ile Rusya’nın hegemonya dayatmalarının yarattığı kargaşa içinde, olaylar her an iç savaşa sıçrayabilir. İran’ın durumu henüz kısmi bir istikrar içinde olsa da, o zayıf istikrar özellikle Batı’nın hegemonya dayatmasının ve kendi halklarının özgürlük arayışlarının yüksek basıncıyla sürekli zorlanıyor. Irak ve Suriye’nin harap olmuş halleri gözümüzün önünde!
Ön-cephe hattında biriken yıkıcı enerji, içinde olduğu bölge ve çevresindeki bütün ülkeleri farklı oranlarda sarsıp, zorluyor. Türkiye, tekrar edelim, hattın tam ortasında ve şimdilerde en “sakin” ülkesi, ama ülkemizde hangi yıkıcı dinamiklerin sürekli hareket halinde olduklarını ve patlama kanalı aradıklarını hepimiz biliyoruz değil mi?
Hikmetlerinden sual olunmaz yüce devlet büyüklerimize cüret edip soruyoruz, cinnet mi geçiriyorsunuz? Enver Paşa’nın önce Sarıkamış’da sonra Kafkasya’da, Cemal Paşa’nın Mısır seferinde, Yemen’de ve Suriye’de yaşadıklarından hiç mi ibret almadınız?
Üstelik, okumasını önerdiğim bir arkadaşımın bana söylemesiyle, o zaman Osmanlı ordusunun Arap coğrafyasındaki komutanı Cemal Paşa’nın yaveri olan Falih Rıfkı Atay’ın “Zeytin Ağacı” romanının yeni baskısının arka kapağında Erdoğan’ın bu kitabı bütün gençlere önerdiğini de yeni öğrendim; niye öneriyorsunuz bay Erdoğan, ibret olsun diye değil sanırım; sakın “Arapların ihaneti” ya da “İngilizlerin entrikacılığı” gibi mavallarla gençleri yemlemek için olmasın; ne de olsa onların dökülecek kanlarına ve sonra da ellerinizi koyup nutuk çekeceğiniz tabutlarına ihtiyacınız var! Şovenizm ve savaş histerisi başka nasıl güçlendirilecek, değil mi?
Batı kapitalizminin etkisine yakınlığından dolayı en açık olduğu için en “modern” Osmanlı coğrafyası olan Selanik merkezli İttihatçılar, ülkenin içler acısı halini ve devletin zayıflayarak çözülmesini görüyor, devrimci bir müdahaleyle (her ne kadar kendisi İttihatçı olmasa da onlarla birlikte davranan Osmanlı ordusu mensubu Mahmut Şevket Paşa’nın komutası altındaki (M.Kemal’in de kurmay başkanı olduğu) Hareket Ordusu ile Selanik’den İstanbul’a ilerlerken dediği gibi) “o köhne Bizans’ın Yıldız burcunda ikamet eden Baykuşu” devirip, başka hedeflerin yanısıra “imparatorluğun sınırları içindeki bütün etnik ve inanç mensuplarının Osmanlı yurttaşlığı temelinde” örgütlendiği bir yapıyla çözülen devleti yenileyip ayağa kaldırmak, “kurtarmak” istiyorlardı.
Gelin görün ki, çok geç kalmışlardı; Batı’dan gelen bağımsız ulus-devletler rüzgarı imparatorluğun sınırları içindeki Sırp, Yunan, Makedon, Bulgar… vd. halklarını “Osmanlı’nın zulmünden kurtulup” kendi ulus devletlerini kurma yönünde harekete geçirmişti. Tarihin akışı geri çevrilemezdi. O açmazdan “Türkçülük” üzerinden çıkılmak istenirken, bu sefer de İmparatorluğun kuzey, doğu ve güney bölgelerindeki Rum, Ermeni, Kürt ve Arap halkları kendi bağımsızlıkları için davranıyor, bu meşru istek İngiliz, Rus ve Fransız devletleri tarafından kendi çıkarları doğrultusunda kullanılmaya çalışılıyordu.
Öyle bir duruma düşülmüştü ki, İttihatçıların yeniden ayağa kaldırmaya çalıştığı Osmanlı devleti, İngiltere, Fransa, İtalya ve Rusya devletleri tarafından sanki “yenilecek” bir pasta gibi “masaya” koyulmuş, bazen tırtıklanarak kimi zaman da orasından burasından koparılarak ya da doğrudan işgal edilerek parçalanıp, yutuluyordu!
Bağımsızlık ilanlarıyla sürekli toprak kaybeden İttihatçıların artık çözüm gücü olmadığını saptadıkları “Osmanlılıktan” vazgeçerek çaresizce sarıldıkları “Türkçülük” de onları Ermeni soykırımına kadar giden bir bataklığa çekince, zaten bir müddettir sürüklendikleri boşluğa bir anda daha da hızlı sürüklenmeye başladılar. İttihatçılar denize düştüklerini ve boğulacaklarını fark edip isterse yılan olsun tutunacak bir destek ararken, soğuk bir duruşla “avlarını” izleyen İngiltere, Fransa ve Almanya “yılanları” o “avın” “nasıl yutulacağı” konusunda farklı yollar izliyorlardı.
Herkes biliyor, sonuçta Almanya’nın “himayesi” altına girildi. O “himaye” ilişkisinin bir “yan ürünü” olarak boğazlarına gönüllü olarak geçirdikleri kölelik tasmalarının ipi, onların çaresiz kaldıkça savruldukları denge yokluğunda bürünüverdikleri “kifayetsiz muhteris” kimliklerini iyi gören Alman egemenlerinin elindeydi ve İttihatçıları kendi küresel egemenlik yönelimlerinin aracı olarak kullanacaklardı. Almanya, küresel dengelerde İngiltere ve Fransa karşısındaki konumunu Osmanlı devletini yedeğine alarak güçlendirmek istiyordu.
Eh, tabii ki İttihatçılar da Almanya’yı kullandıklarını düşünüyor, şayet bu yoldan ilerlerlerse, Almanya’nın gücünü kaldıraç olarak devreye sokup hem Osmanlı’nın çözülüşünü durduracaklarını hem de üstelik daha geniş bir coğrafyaya yayılacaklarını hatta Afganistan, Pakistan ve Hindistan’a kadar uzanacaklarını, yetmemiş olacak ki Mısır’ı da yeniden işgal ve ilhak imkanı yakalayacaklarını hesaplıyorlardı.
Açık ki, gerçeği görememe, ayakta kalmakta bile zorlanırken gücünün çok ötesinde ağırlıkları kaldırma-uçurumlarla dolu yolları öylesine yürüme çılgınlığına, hatta Enver söz konusu olduğunda histerisine kapılmışlardı. Almanya için ne gam! Koca İmparatorluk deyim yerindeyse “alemin maskarası” ya da küresel güçlerin “oyuncağı” olmuştu.
Sömürgecilikten emperyalizm aşamasına sıçrayan kapitalizmin küresel egemenleri yeryüzünü yeniden paylaşıyor, emperyalist hiyerarşinin iskeletini çelik ve barutla inşa ediyor, milyonlarca insanın kanıyla da o iskelete asabiyet kazandırıyorlardı. Osmanlı, geç kapitalistleşmiş kendisine benzeyen ülkeler gibi bir paylaşım alanı, sözünün hükmü olmayan bir teferruattı!
Şimdi, yakın geçmişimize şöyle bir göz attıktan sonra, aslında fiilen yürüyen küresel hegemonya savaşının tam da ön-cephe hattındaki Türkiye’nin devleti ve sermayesiyle egemenlerine sorabiliriz:
Şuraya buraya zıplamak için yırtınıyorsunuz da, ülkenin hali ortada, ekonomisi dışarıya el açmış dilenci konumunda, toplumsal bütünlüğü parçalanmış, yasasızlık kendi bataklığını ülkeye yayıp siyasal ve toplumsal yaşamı çürütüyor, mafya ve tarikat görünümlü çeteler devleti parsellemiş…vd. Bu durumdayken, neredeyse bölgenin tümüne yayılan bir savaşı nasıl göze alıyorsunuz?
Haydi açık soralım, sizin ipleriniz kimin elinde, kimin adına Anadolu’yu ateşe atıyorsunuz? ABD mi, İngiltere mi, Avrupa mı, hepsi birden mi, kim çok verirse onun mu? Yoksa kafanıza göre takılıyor ve o ahmakça “takılmanızın” böyle sürüp gidebileceğinizi mi düşünüyorsunuz? Şayet “geçmiş geçmişte kaldı, günümüze bakalım” diyorsanız, Ukrayna’daki şarlatan Zelenski’nin düştüğü çukurda nasıl çırpındığını görmüyor musunuz?
Afrin, İdlip, Halep, Menbiç, Erbil, Kerkük, Süleymaniye ilhak edilerek ulusal coğrafya genişletilip petrol alanlarına el koyulacak, sonra “jeo-politik gereği” o muazzam zekanızla keşfedeceğiniz “daha geniş” bir alanda da bu yeni coğrafyaların güvenliğini sağlayacağınız bir “ara bölge” kuracaksınız, daha sonra o “ara bölgeyi” de savaşın doğal akışında “mecburen” ilhak edip, gene jeo-politik gereği daha geniş bir yeni “ara bölge”…vd. yapacaksınız öyle mi?
O arada aman unutmayalım, ek olarak Yunanistan’a özellikle Adalar üzerinden dayatacağımız “Mavi Vatan”, Fransa ve İtalya’ya kafa tuttuğumuz Libya, Rusya’dan koparıp himayemize alacağımız Azerbaycan… vd. var! Eksik kalan Afrika kıtasındaki hamleleri biliyorum da, kusuruma bakılmasın lütfen, onları unutmadım ama yazı uzuyor!
Peki, biraz ağzımızın tadı kaçacak da, egemenlere son birkaç soru daha sorarak bölümü bitirelim, şimdi egemeni olduğunuz ülkenin bir anda Ukrayna ya da Suriye gibi ateş topuna dönüşüvermesi olasılığını hiç düşünüyor musunuz?
Sırbistan’dan Yemen’e uzanan Osmanlı coğrafyasında, iktidardaki “kifayetsiz muhterisler” Orta Asya ve Hindistan’a kadar genişlemek peşindeyken, kısa sürede kaç yüz bin kilometre toprak kaybedildiği ve yaşanan savaşlarda kaç milyon Anadolu köylüsünün mezarlarının bile olamadığı çıkmazlarda yok olup gittiği hiç aklınıza geliyor mu?
“Ee, ne yapalım, kendileri istedi bunu!
İçim rahat doğrusu onlardan yana.
Ettiklerini buldular. Belalı iştir
Ufak tefek insanların araya girmesi
Büyük kılıçlar vuruşup şimşekler çıkarırken.”
(W. Şekspir/Hamlet)
Şimdi tam zamanıdır!
Halklarını savaşa sürerken kendileri saraylarında keyfeden egemenlerin saltanatları başlarına yıkılabilir!
İnsanca yaşayabilmek için yeterli gelir ve sosyal güvencelerin, bütün halklar ve inançların eşit yurttaşlık hakkının, kadın cinsine yönelik ayrımcılık ve köleleştirme politikalarının tasfiye edilerek kadınlara pozitif ayrımcılık yapan bir özel eşitlik hakkının, ekolojik yıkımın hemen durdurularak doğa ve toplum ilişkisinin ekolojik dengeleri gözeterek yeniden kurulmasının anayasal güvenceye alındığı bir Demokratik Cumhuriyet!
Halkın kendi ihtiyaçlarını esas alarak kendisini özgürleştirme eylemi olarak kendisini örgütlediği Demokratik Cumhuriyet, hiçbir ön koşul öne sürmeden bütün işgal ve ilhak girişimlerine son verecek, emperyalist güçlerin bölgeye dayattığı o pek bilinen böl-yönet politikalarını teşhir ve tecrit edecek, örnek olacağı bölgede halklar arasında eşitliğin ve dayanışmanın esas alınacağı yeni bir siyasal ve toplumsal gerçekliğin inşacısı olacaktır.