Pakrat Estukyan
Gençlik yıllarımda tutarlılık önemli bir meziyet sayılırdı. İnsanların söylemleri ve eylemleri arasında çelişkiler olması yadsınır, yadırganırdı. Sıkça kullansam da ‘tutarlı ‘sözcüğünün kurgusunda, Türkçe’nin temel kelime yapısına dair bir tutarsızlık, eğretilik hali hissederdim. Sonrasında bu hissiyatı bir dizi başka sözcükte de yaşamıştım. ‘Çıktı’ bunlardan biridir örneğin. Ekrandaki bir belgenin yazıcıda kâğıt üstüne basılmasına ‘çıktı’ deniyor.
Hangisi öncelikli bilemem ama ofis terminolojisinde çıktının yanı sıra bir de ‘girdi’ sözcüğü var. Belirli bir konuyla ilgili derlenmiş bilgilere bir süre sonra veri, verilerin tasnif edilip somut anlam içerdiği haline da ‘girdi’ diyoruz örneğin.
Tam da bu sözcüklerin iler-tutar yanı var mı diye düşünürken, ‘atarlanmak’ fiili yepyeni ufuklar açtı dil felsefemizde. Umulmadık, beklenmedik bir anda, aşırı tepki gösterenlere ‘atarlı’ deniyor. Bu sözcüğün kökeninde ihtimal ki sigortaların, ya da Smirnika ile söylersek asfalyaların atmasına yönelik bir gönderme olsun.
Mantık öyle çağrışım yapsa da ‘atarlı’ tutarlının zıddı değil gibi. Siyasetteki zıt kutuplar üzerinden örneklemeye kalksak MHP lideri Devlet Bahçeli atarlı bir dil geliştirip sık sık atarlanmakta. Buna karşılık HDP eş genel başkanları Pervin Buldan ve Mithat Sancar ilkesel bir şekilde tutarlı olmaya çalışıyorlar. Dozu biraz daha düşük olsa da Gelecek Partisi lideri Ahmet Davutoğlu’nu atarlılar cephesinde, Deva Partisi lideri Ali Babacan’ı da tutarlılar kampında konumlandırmak mümkün. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu tutarlı bir üslupla siyaset yaparken, İyi Parti başkanı Meral Akşener, biraz da geldiği siyasi geleneğin tezahürü olarak ara sıra da olsa atarlanmaya daha meyilli bir profil sunuyor.
Türkiye toplumunun, yumruğunu masaya vuran bir üsluba yatkın olduğunu biliyoruz. Ancak ekonomik kriz terazinin bir kefesini iyice aşağı çekmişken diğer kefeyi ‘hot-zot’ söylemlerle dengeye getirmek pek olası görülmüyor. Nitekim kamuoyu yoklamaları da atarlı siyasetçilerin ardındaki halk desteğinin hızla eridiğine işaret diyor. Oy kaybettikçe ünlemelerin tonunu yükseltmek, bağırış- çağırış ve tehdit dili arttıkça daha çok oy kaybetmek sonuçsuz bir sarmalın içinde debelenmek sonucunu doğuruyor.
Dilin günlük kullanımımız içindeki evrimi, hiç şüphe yok ki kimin oylarının arttığı, kimin azaldığı muhabbetinden daha önemli bir konu.
Sahi, herhangi bir mekâna girmek, ne zamandır ‘giriş yapmak’ oldu? En yalın haliyle ‘maskesiz girmeyin’ yerine ‘maskesiz giriş yapmayın’ ne menem bir dil çarpıtmasıdır?
Bu gibi çarpıtmaların arkasında, argo dağarcığı gelişmemiş ama argo, hatta müstehcen konuşmaya hevesli bir sosyokültürel etkeni de aramak gerekiyor. ‘Koymak’ fiiline bambaşka anlamlar yüklediği için, gaf yapmamak adına ‘çay dökeyim mi?’ diye soran adamın dile yaptığı katkı/ kıyım ibretlik bir örnek olarak duruyor karşımızda.
Dilin durağan bir şey olmadığı, canlı bir organizma olarak sürekli bir değişim yaşadığı herkes tarafından kabul edilen bir gerçekliktir. Kullanım alanlarını yitiren, sokakta, çarşıda, pazarda konuşulmayan Latince, Antik Grekçe, Osmanlıca veya klasik Ermenice gibi diller doğal olarak ölü dil tanımını kazanırlar. Buna karşılık yaşayan dillerin muhatap olduğu dejenerasyon ise, başta medya olmak üzere edebiyatın ve eğitimin temel kaygısı olmak zorunda.
Bu sütunda işlenen konulara aşina okuyucu için bu haftanın konu seçimi yadırgatıcı olabilir. Ama unutmamalı ki ülkenin en yaygın konuşulduğu ikinci dili ‘bilinmeyen bir dil’ olarak tanımlayan siyasi ortamda dil, bir adım ötesi olarak anadili gerçekten de gündelik nafile kürekçi kavgalarına kıyasla çok daha önemli ve öncelikli olmak zorunda.