Geçtiğimiz Cumartesi günü, 20 Nisan, ajanslara siyasetçi, yazar, gazetecilerden oluşan ve ‘aydınlardan çağrı’ başlığı ile bir haber düştü. Konu yarım yılı geride bırakmak üzere olan açlık grevleri idi ve onlarca ismin imzası ile paylaşılan bir çağrı vardı. Bu çağrıyı şahsen pek çok açıdan sorunlu bulanlardanım, bu anlamda kısaca derdimi anlatmaya çalışacağım…
***
Olgu bozulduğunda algısı da nasibini alır, tersi de geçerli; algısı tersyüz edilen olgu çöker. Tam da metni yazanlara, öncelikle sormak lazım: Seslendiğiniz ‘tutsak’ kimdir? Leyla kimdir? Cezaevi nedir?
Eğer tüm hakları askıya alınmış, sesi ve düşünceleri gasp edilmiş, temel insani şartlardan mahrum edilmiş olan kişi ise ‘aydın’ olarak onunla kurman gereken ilişki nedir? Onun yerine konuşmak mı yoksa onun için konuşma alanları yaratmak mı? Hangisi doğru, hangisi daha ahlaki?
Sanırım tüm meselemiz burada verilecek cevaplarda düğümleniyor.
Dilerseniz çağrıdan birkaç hatırlatma yapayım.
Devlete ‘utangaç’ bir çağrı yapılıp, sorun ve tecrit kelimeleri yan yana ifade edildikten sonra “Açlık grevlerindeki insanlarımıza” seslenilmiş:
“Sesiniz duyuldu. Bu sesi kamuoyuna daha yaygın duyurma, iktidarı göreve davet etme çabalarımız sürüyor. Dönülmez noktalara gelmeden, daha büyük kayıplar yaşanmadan eyleme son vermenizi, ölümü değil yaşam hakkını savunmanızı umutla bekliyoruz.”
Burada gerçekten sesi duyulan kimdir? Madem sesleri duyuldu bunca zamandır kopan fırtına nedir? Annelerimiz neden her gün dayak yemekte, horlanmaktadır? Neden tek bir basın açıklamasına dahi tahammül edilememekte, taleplerin ifade edilmesine müsaade edilememektedir? Neden grevdekiler öyle düşünmüyor, neden her gün telefon kayıtları düşüyor: ‘sessizlik öldürür’ diyorlar?
İkincisi, açlık grevindeki binlerce insan, gerçekten ölümü savunduğu için mi eylemde? Neden bu grevin yaşatmakla, yaşamla ilgili bir şey olduğu anlaşılmıyor? Neden onların açıklamaları kale alınmıyor? Zindan gibi bir alanda, her şeyi ile sana yöneldiğinde, senin maddi-manevi tüm argümanlarına saldırıldığında artık sıfır noktasında direnişe geçersin! İktidar da açlık grevini ölüm üzerinden okuyor ve oradan vuruyorsa, bir durup düşünmek gerekmez mi farkımız nedir diye… Çünkü ölümü ‘eyleme son verin’ çağrısı, yaşamı ve hukuku savunmaya bağlanmış.
Devam edelim:
“… Şu günlerde açlık grevlerinin hedefine ulaşabileceği bir ortamın mevcut olmadığı, her geçen günün telafisi olanaksız kayıplara yol açacağı düşüncesindeyiz”
Gerçekten mevcut ortam neresidir ve nasıldır? Kürdistan’da ne zaman öyle bir ‘mevcut şart’ oldu? Açlık grevi zaten tüm şartların ortadan kalktığı ana denir. Yapacak bir şey kalmamışsa son kertede buna başvurur tutsak! Eğer çağrıları dinlenecek olan insanlar olarak bir bildiri yayınlıyorsanız, göreviniz herkesin gayet net bildiği bir faşizm düzenini yeniden tarif edip, ‘valla uğraşmayın, bu zamanda hiçbir şey olmaz’ demek mi? İmkânsızın kıyısındaki 14 Temmuz, 96 süreci ve her şeyin birbirine girdiği en kaotik dönemlerden olan 2012’de de mevcut hiçbir şart yoktu. Ama direniş yaşam üzerindeki amansız tecridi kırdı. Bugün yine kıracak… Madem önemsiyorsunuz, gerçekten onları düşünüyorsunuz o zaman direnişlerine bir kanal açın. Saygı duyuyor gibi görünüp, olmazın felsefesini yapmak; beklentili bir ruh halinin yansımasıdır. Tam da süreci zamana yayan, bekleten ve yer yer umut tohumları serpen devletin politik tavrına dolaylı/dolaysız katkıdır.
Son bir alıntı daha yapmak istiyorum. Çağrıda 31 Mart sonrası yaşananlara vurgu yapılarak: “
… Bu durum açlık grevlerinin sona erdirilmesini ve hak taleplerinin farklı demokratik zeminlerde yürütülmesini gerektirmektedir. Açlık grevlerindeki insanların iradesine saygımızı belirtirken, hiçbir hak talebinin gerçekleşmesine hizmet etmeyecek, aksine ölümlere ya da kalıcı sakatlanmalara yol açacak çağrı ve teşviklerin karşılığı olmadığını düşünüyoruz” denmiş.
Oysa aynı metinde hukukun ortadan kalktığı, tehlikenin büyüdüğü, manipülasyonların sürdüğü ve demokrasinin esamisinin okunmadığı da ifade ediliyor. Böyle bir ortamda hak taleplerini hangi demokratik ortamda sürdürecekler? Hangi güvence ile? Açlık grevindekiler şunu demiyor mu: “Direnmekten başka çare yok! Bundan etkili ilaç yok! Beklenen yaşam mucizelerle gelmeyecek, şartları da imkânları da hep beraber yaratacağız, biz açlık grevi ile içeride siz dışarıda sesimizi duyuracağız. Faşizm gümbür gümbür bizi sarmalarken, dilleri lal ederken ona teslim olmamak, verdiği korkuya teslim olmamak gerek. O zaman yeniliriz.” Diğer bir nokta, ‘grevi teşviklerden’ bahsedilmiş. Tam olarak kime çağrı yapılıyor burada? Gerçekten merak ediyorum…
***
Yukarıdaki kısa alıntılar çerçevesinde,
Birincisi, konuşamayanın yani konuşma şartları elinden alınmış, madunlaştırılma çeperine sürüklenmiş olanın öznelliğinden bahsetmek mümkün mü? Eğer toplumsallık içinde bir seçim ve ses sahibi olanı ‘özne’ olarak niteleyeceksek, şu an bu ikisine de teorik olarak sahip olmayana seslenmek, onun adına konuşmak, onun öznelliğini almak değil midir? Herhangi bir sesin kendisine ulaştığı bir kanal dahi yokken, daha bunu yaratamıyorken ona çağrıda bulunmak tam olarak nedir? Nasıl oluyor?
İkincisi, eğer aydın, Gramsci’nin deyimi ile kendini organik olarak görmüyorsa, kendini iktidar mekanizmasının dışına yerleştiriyorsa, öncelikle onun yerleşik mekanizmalarından kendini sıyırması gerek. Demek istediğim: İktidara karşı bir adım attığını düşünürken tam da onun söylemek istediğini, yaratmak istediği algıyı yerleştiriyor olabiliriz. Çünkü bir tutsağın konuşması, konuşabilmesi başka bir şeydir! İktidarın en çıplak ve korkunç olduğu yer hapishanelerdir. Haliyle hapsedilmiş tutsağın tanımları başkadır, gördükleri, hissettikleri ve gündemleştirdiklerine dair savunusu, motivasyonu başkadır, başka olacaktır.
Üçüncüsü, tanımlaması zor bir şiddet altındaki tutuklular ve şu an dünyanın farklı yerlerinde bedenlerini açlığa yatırmış yüzlerce arkadaş ile dayanışmak istiyorsak, bunu onların adına konuşarak değil, cevap veremeyeceği, sesinizi dahi duymayacağı seslenişler yaparak değil; onların konuşacağı kanallar, imkânlar yaratarak yapmalıyız. Eğer onların talepleri, hayatlarına mal oluyorsa ki gözlerimizin önünde oluyor, o zaman ona göre davranmak lazım.
Ezcümle, başkasının adına konuşmak ahlaki değildir.
Daha da önemlisi, nedenlerini konuşmaktan kaçış var. Aydınlar altıncı ayına girecek olan açlık grevlerinin ‘nedenini’ konuşmaktan kaçıyor! Sorun budur… Çünkü bunun getireceği sorumluluğu üstlenmek istemiyor. Diğer tüm şeyler bunun yanında talidir.
Açlık grevindeki birine yaklaşım, her şeyden önce ahlaki ve politik olmalı diye düşünüyorum. Bu aynı zamanda ‘aydın’ olmanın ilk temel görevidir. Hakikati, pozitivist nesnelcilik ya da göreci öznellik ile yaratamayız. İkisi de ikiyüzlüdür…