Görünen o ki tıpkı hastalık hakkındaki konuşulanlarda olduğu gibi aşı hakkında da kimi zaman dezenformasyon tuzağına bilinçli olarak dinleyicilerin itilmek istendiği görülmektedir. Oysa soru -bugün itibariyle- basittir: Aşı olalım mı?
Dr. Ali Tepe
“Doğmamış çocuğa don biçmek” deyişi hafif kalacak; daha düne kadar var olup olmadığı, gelip gelmeyeceği dahi şüpheli olan “aşı” hakkında haftalardır, gerek ana akım/yandaş gerekse muhalif akım/paydaş kanallarda saatler süren tartışmalar yapılıyor. Tüm tartışmaların da “halkın anlayacağı” bir sonuca varılamadan ya da dinleyicileri yeterince bilgilendirmeden sonlandığı dikkat çekiyor; daha da ilginç olanı ise ertesi oturumda “bilim insanları” başka kanallara gidip kaldığı yerden değil bir önceki tartışmanın başladığı yerden başlamaya özen göstererek yeni bir tartışmaya katılıyorlar. Bir başka deyişle “ne fol ne yumurta” ortada iken süregiden bu tartışma ve aktarımlar yarattığı bilgi kirliliği nedeniyle aşı karşıtlığının artmasına neden olmaktan başkada bir işe yaramıyor. Şu an itibariyle bildiklerimiz şunlar; dün aşı ortalıkta gözükmüyordu vaat edilen güne göre 8 gün gecikmişti. Bugün aşının yapılacağı, “birkaç gün içinde risk gruplarından başlamak üzere yapılacağı” bildirildi. Yapılan yönetmelik değişikliği ile de “etkinlik, güvenlik ve kaliteyle ilgili kapsamlı veriler sağlanamasa da bu veriler sağlanıncaya kadar aşılar için ‘acil kullanım onayının’ verilebileceği söylendi. Özetle aşı hakkında bilimsel olarak şart koşulan veri güvenliği sağlanmadan aşı yapılabilecek. (Ne var ki inaktif olduğu söylenen ve “Çin Aşısı” olarak anılan aşının, inaktifliğinden gelen nedenlerle bir güvenlik sorunu olmayacağı öngörülebilir. Sorun etkinliği hakkındadır.)
Aşı karşıtlığı
Yukarıda da söz ettiğim gibi bu tartışmaların gözle görünür olumsuz etkisi toplumdaki aşı karşıtlığının güçlenmesidir. Gerçekliği olmayan kötü haber ve korkutucu masallara/öcü masallarına olumsuz yönelimli toplumsal duyarlılık bu yaklaşımların rating aracı yapılmasıyla daha artmaktadır. Bu bağlamda zaten piyasaya bağlı bilim ve bilim insanları da söylemleriyle isteyerek ya da istemeyerek -bilerek ya da bilmeyerek- bu olumsuzluğu doğrudan destekler pozisyona düşmektedirler. Yeniden tartışmalara dönelim; diğer tüm aşılar firma isimleriyle anılırken Türkiye’ye geleceği söylenen aşıya “Çin Aşısı” denilerek yaftalama-damgalama yoluna gidilmesinde bilim insanları arasında bir sakınca görülmemektedir. Bu durum en fazlasından zeminsiz bir ideolojik tartışmayı örnekler. Durumun farkında olmayabilirler ama; o söz ettikleri büyük şirketlerin sağlık “sektöründe” küresel ölçekte tekeller oluşturduğunu, o firma aşılarının da bir kısmının faz3 çalışmalarının tamamlanmadığını bilseler bile bunun tartışmalarda dile getirilmemesinin etik bir sorun olduğunu düşünüyorum. (Tabii o göklere çıkarılan bilim abidesi birçok firmanın aynı zamanda kimyasal ve biyolojik silah “sektöründe de” aktif rol aldıkları bilgisi doğal olarak bu tartışmaların dışında kalıyor.)
İlaç tekelleri
“Çin Aşısı” stigmatizasyonunu üretenler oldukça güçlü Anglosakson tıbbını sevenler lobisi. Ülkemiz tıp bilim insanlarının önemli bir kısmının Anglosakson diyarlarında tıbbi çalışmalara katıldıkları ve bu süreçlerin çoğu kez söz konusu uluslararası ilaç firmaları tarafından finanse edildiği ise bilinen bir gerçek. Son günlerdeki tartışmalarda muhalif-eleştirel görüşleriyle tanıdığımız ve ortalama olarak günde 4-5 saatini bildiklerini TV’lerde anlatmaya vakfetmiş bir bilim insanı, aşı ile ilgili olarak “bilimsel çalışmalar tamamlanır, Lancet, British Medical Journal gibi bilimsel güvenilirliği olan dergilerde yayınlanır ve biz, tıpçılar, bilim insanları da ona göre karar veririz” mealinden bir şeyler söyledi. Anglosakson severlik diyordum ya; söz konusu dergilerden Lancet Dergisinde kızamık aşısı ile otizmi ilişkilendiren 11 kişi üzerinde yapıldığı söylenen -aslında bir kişiden alınan 11 örneğin 11 kişi olarak sunulduğu- bilimsel sahtekarlık ürünü bir “bilimsel araştırmanın”, büyük jürilerin, hakemlerin onayından geçerek yayınlandığını ve bu yayının sahteliği sonradan gösterilmiş bile olsa aşı karşıtlığının elini güçlendirdiğini anımsatmak isterim. Diğer taraftan bilim insanlarımızı araştırma yapmak yerine dışarıdaki araştırma sonuçlarını bekliyor olmaları da ayrı bir tartışma konusu!
Aşıda bağımlılık
Bir diğer konu ise Refik Saydam Enstitüsü’nün kapatılmış olmasının Türkiye’nin aşı konusunda bağımlılığına neden olduğu söylemi. Özellikle “ulusalcı” muhalif bilim insanlarımız her göründüklerinde bunu söylemeden edemiyorlar. Evet, kısmen doğrudur, kısmen. Oysa Türkiye’nin uluslararası ilaç karteline bağımlılığı bu kadar yeni değildir. 1985 yılında yapılan Aşı Kampanyası ile bu bağımlılık şartları belirlenmiştir. Koruyucu hekimlik-halk sağlığı uygulamalarının bilimsel bir yöntemle gerçekçi ve akılcı sağlık politikaları ile değil de zaman zaman kumpanyaya dönüşen kampanyalarla yürütülmeye başladığı tarih 1985’dir. Yıllardır bu ülkede dış kaynaklı aşı kullanılıyor; örnek olsun: bilim insanlarımız bilmez, milliyetçilerimiz de çok bozulacaktır ama 1985’den günümüze sürekli yinelenen yenilenen kampanyalarda kullanılmak üzere Sırbistan’dan dahi aşı alınmıştır! Diğer taraftan bu “bilim insanlarımız” aşı üretmediğimizi bugün mü duydular? Dijital teknolojinin kolaycılığı sağ olsun; çoğunun zamanında bu sorunla ilgili bir söylediklerini duymadık-rastlamadık.
Piyasanın egemenliği
Az konuşulanlar arasında beklentilerin realizasyonu da yok. Aşının koruyuculuğu konusunda hemfikir olunmakla birlikte “bağışık” olmanın diğer destekleyici unsurları bu tartışmalarda çoklukla gözardı ediliyor; ya da “az konuşuluyor”. Bir örnek verelim: Resmi sayılarla ülkede 16 milyon insan açlık sınırında yaşıyor. Bu insanların aşıya vereceği yanıt ile varsılların orta-üst sınıfların aşıya vereceği bağışıklama yanıtı aynı olacak mıdır? Bu sorunun 1985 yılında o söz ettiğimiz yıllarda ülke içi organizasyonunun masonik örgütlerin üstlendiği kampanyalarda TTB tarafından da gündeme getirildiğini, tartışıldığını anımsatalım.
Yurt dışından bağdaşıklıkları oldukları dergi ve yayın çevrelerinin ya da onlar adına Türkiye’de, yurt dışı araştırmaları yerel örneklem üzerinde denedikleri laboratuvarların yayınlarının, raporlarının sonuçlarını bizlere aktarmaktan başka bir şey yapmadıkları konusunda kaygılı olduğumuz bilim insanlarımızın nedense tedavi konusunda çok az konuştukları dikkat çekmiyor mu? Temel yapısı, bakmayın söylenenlere, çok daha uzun zamandır biliniyor olmasına rağmen etkin bir ilaç üretimi konusunda son bir iki güne dek bir şey duymamamız -tabii gene dışarıda yapılanları duyuyoruz- aşının piyasa için daha karlı bir meta olmasından mı kaynaklanıyor?
Yüzdeler ne söylüyor?
Aşı tartışmalarında “yeni teknolojilerle” üretildiği söylenen aşılar özelinde bu “yeni teknoloji” durumu güvenilirlik için bir sorun oluşturuyor mu? Zar zor yayına bağlanıp bunu sorabildim ancak yanıtını alamadım. Etkinlik konusunda ise % 90, 94.5, 88 vs. rakamlar bolca telaffuz ediliyor. Son yıllardaki pozisyon alışlarıyla sağlık sektörü tekelerinin sözcülüğünden ve emperyalist politika doğrulayıcılığından başka bir işlevi olduğu konusunda kuşku duymaya başladığımız Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ/WHO) %50 etkinliğin yeterli olabileceğini söylüyor. Doğrudur. Tabii ki bundan çok daha fazlası beklenir, beklenmelidir. Yüzdeler arasındaki farklar ise aşı tercihi bağlamında bir beklentiye girilmemesini engelleyecek sayılar değildir.
Gerçek basittir
Söz ettiğimiz konuşma programlarında yapılan rating bağımlı atakların aşı karşıtlığını körüklediğini dile getirmiştim. Diğer taraftan bu programlarda söylenenler kadar söylenmeyenlerin düşüncenin en ciddi asalaklarından biri olan “komplocu yaklaşımları” güçlendiren bir unsur olabileceği gözardı edilebiliyor, unutuluyor. COVID-19’la ilgili en basit olanı gerçeği anımsayalım: Yarasalarda var olan bir virüs mutasyon geçirerek uygunsuz yaşam koşullarının da kolaylaştırıcılığında insana bulaşır ve insandan insana bulaşma özelliğini kazanır. Mutasyon onun yayılma/bulaşma hızını arttırmıştır ve birçok virüs hastalığına göre, örneğin grip/inflüenza yaklaşık 5-8 kat daha öldürücüdür. Günümüzün ulaşım, iletişim, seyahat olanaklarının kolaylığı düşünüldüğünde bu yayılma hızı ile virüsün küresel bir salgına dönüşmesi için üç ay yeterlidir. Ve bu virüs yeniden mutasyonu uğrayarak hastalık yapma-bulaşma özelliğini de kaybedebilir. En basit olanı budur ve bu gerçektir. Gerçek basittir. Çok zorlama kurgularla komplo teorileri oluşturmak bir taraftan bu gerçeğin nitelendirilmesini imkansız kılar ve daha önemlisi düşünceyi değersizleştirir. İnsanı gittikçe soyut hale getirilen “büyük güçler” karşısında çaresiz, umutsuz bırakır. Ve bu çaresizlik durumu beraberinde otoriteye teslimiyeti getirir. Pandemi-aşı bağlamında komplocu düşüncenin “teorisi” “piyasaya müdahale etmek ve ‘nüfus deneyi’ yapmak üzere hastalığın ve aşının büyük güçlerin / ‘derin sermayenin’ küresel bir planı olduğu” şeklindedir. (Ya da varyasyonları) Komplocu düşünce tarzı dilini bilimden alarak bilimi ters yüz etmeyi amaçlar. Yerel ve küresel dekadans durumunu örnekler. Ve bir ideolojik biçem olarak komplocu düşünceler, temelinde toplumcu olan her şeye karşıdır. Dolayısıyla bilim insanının dilsel bir sorumluluğunun da olması ve sunumlarında aslında gerçeğin en basit haliyle açıklanabilir olduğunun da farkında olması gerekir. Ancak görünen o ki tıpkı söz konusu hastalık hakkındaki konuşulanlarda olduğu gibi aşı hakkında da kimi zaman dezenformasyon ve mistifikasyon tuzağına bilinçli olarak dinleyicilerin itilmek istendiği görülmektedir. Oysa sorun ve soru -bugün itibariyle- basittir: aşı olalım mı? Sağlık tartışmaları dinleyicilerine önerim konuşmacı “bilim insanlarının” bu basit soruya verdikleri yanıtı ve bu yanıtı verirken kullandıkları argümanları dikkatlice irdelemeleridir.