200 yıllık sınıf mücadeleleri tarihi, “işçilerin örgütsüz olduğunda ve üretimden gelen gücünü yani grevi bir mücadele aracı olarak kullan(a)madığında işverenle toplu pazarlık masasına otursa bile o masadan bir kazanımla kalkmasının mümkün olmadığını” gösterir.
Kapitalist üretim sisteminde üretim araçlarının sahibi olan işveren karşısında yaşamını sürdürecek bir gelir için emek gücünü satmaktan yani bir işveren için çalışmaktan başka çaresi olmayan işçilerin -patrona çok büyük paralar kazandıracak özel ve özgün niteliklere sahip değilse- bireysel olarak hiçbir söz hakkı olamaz. Çünkü gıda, barınma, sağlık gibi yaşamını sürdürebilmesi için gereken temel gereksinmeleri karşılamak için acilen bir işe ihtiyacı vardır ve bu, işçiyi emeğinin karşılığını elde edecek pazarlık gücünden yoksun bırakır. Öte yandan ihtiyaçlarını karşılayacak geliri elde edebileceği bir işe sahip olabilmek için kendisiyle aynı durumda olan diğer emekçilerle rekabet etmek zorunda kalır ki bu da, pazarlık gücünü tamamen kaybetmesine neden olur. Sonuç itibariyle emekçiler hakkı olanın ve insanca yaşam sürdürebilmesi için gerekenin çok daha altında bir ücrete rıza göstermek zorunda kalır.
İşçilerin pazarlık gücüne sahip olabilmesinin yegane yolu, diğer emekçilerle rekabet etmek yerine onlarla birlikte “işverenlere ve -onun devleti yöneten yansıması olan- siyasi iktidarlara karşı örgütlenerek mücadele etmesi”dir. Özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısında sendikalar, bu örgütlü mücadelenin en etkili araçları olmuş; sendikal örgütlenme içinde yürütülen mücadeleler sayesinde sadece sosyal haklar değil insan haklarında ilerleme sağlayan önemli kazanımlar elde edilmiştir. Bu dönemde sendikaların başarılı olması emekçilerin üretimden gelen gücünü yani grevi etkili bir mücadele aracı olarak kullanması sayesindedir.
20.yüzyılın başından itibaren “sermayeyle uzlaşarak” bir takım haklar elde edilebileceği anlayışıyla hareket eden sendikaların üyeleri çoğalmışsa da bunlar, sadece üyelerinin ekonomik hakları için mücadele ederken işçi sınıfının bütününden kopmuş; bürokratik bir yapıya bürünmüş ve mücadeleden uzaklaşmışlardır. Küreselleşme sürecinde “sosyal diyalog” adı altında benimsenen uzlaşma anlayışı, sendikaların sermayenin ve siyasi iktidarların güdümüne tamamen girmesine neden olmuş; işçi sınıfının hak ve çıkarlarını korumak ve geliştirmekle mükellef olan sendikalar, işverenlerin ve hükümetlerin işçi düşmanı politikalarını meşrulaştıran bir rol üstlenmiştir.
Asgari ücret belirleme sürecini de bu bağlamda okumak gerekir. Türkiye’de emekçilerin yaklaşık yarısının ücretini doğrudan tayin eden, geri kalanın ücretini de dolaylı olarak etkileyen asgari ücretin belirlenmesi için toplanan Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun çalışmaları ulusal düzeyde yapılan bir toplu pazarlık olarak değerlendirilebilir. 1967 yılından bu yana Komisyon tarafından belirlenen asgari ücret, aynı zamanda Türkiye’de emek ve sermaye arasındaki güç dengesini yansıtır.
Asgari ücretin ulusal düzeyde yapılan bir toplu pazarlıkla belirlendiği 55 yıl boyunca -işçi hareketinin güçlü olduğu, grev eğilimlerinin yüksek olduğu birkaç yılı saymazsak- Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun emekçilerin hak ettikleri bir ücreti tespit ettiğine pek tanık olunmamıştır.
Bunda “Türkiye’nin neoliberal dönüşüm sürecine ‘sermaye için ucuz emek cenneti’ne dönüşerek ayak uydurma çabasının ve bunun için askeri darbeler ya da darbe girişimi bahaneleriyle işçi hareketinin baskı altına alınmasının önemli etkisi” vardır. Ancak bu baskılara karşı direnç gösterilememesinde işçi sınıfının öznel ve nesnel durumu ile işçi hareketinin zaaflarını da göz ardı etmemek gerekir.
2023 yılında geçerli olacak asgari ücretin belirlenme süreci önceki yıllarda olduğu gibi Türkiye’de sınıflar arası güç dengesinin emekçiler aleyhine ne denli bozuk olduğunu tüm açıklığıyla ortaya koymaktadır. Bu yıl ayrıca milyonlarca emekçiyi temsilen asgari ücretin belirlendiği masaya oturan Türk İş nezdinde sendikaların sınıftan ne denli uzaklaşmış oldukları daha önce hiç olmadığı kadar vahim bir görünürlüktedir.
Türk İş, emekçileri temsil etmesi gereken asgari ücret masasına henüz oturmadan, kendi belirlediği “açlık sınırı” olan 7 bin 785 TL’nin kırmızı çizgileri olduğunu; yani bu rakamı kabul edeceklerini açıkladı. Dolayısıyla bu açıklamadan sonra Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun toplu pazarlık masası olma vasfı da Türk İş’in emekçileri temsil vasfı da ortadan kalkmış oldu. Zira Türk İş’in razı olduğu açlık seviyesi, işçinin çalışabilmesi için gereken asgari yaşam seviyesidir zaten. Bunun altında verilecek bir ücretle işçi bırakın sağlıklı beslenmeyi, barınmayı, hastalanırsa tedavi olmayı, verilecek işi gerçekleştirmeye bile mecal bulamaz. Rasyonel düşünebilen patronlar bile aç kalmasının “işçinin verimini” düşüreceğini bilir ve bu seviyenin altında bir ücreti önermez. Yani ortada asgari ücretin belirlendiği bir masa ile Türk İş diye bir işçi örgütü olmasa da ücretler üç aşağı beş yukarı Komisyon’un belirlediği miktardan farklı olmazdı.
Türk İş’in asgari ücret belirleme sürecindeki tavrını, sermayenin ve siyasi iktidarın güdümüne girmiş, işçi düşmanı politikaları meşrulaştırma rolü üstlenmiş sendikaların tipik bir örneği olarak değerlendirebiliriz. Bu noktada diğer konfederasyonların da Türk İş’ten çok da farklı olmadıklarını belirtmek gerekir.
Burada mesele sendikaların asgari ücretin ne kadar olması gerektiği yönündeki açıklamaları değildir elbette. Asıl sorgulanması gereken sendika sıfatı taşıyan örgütlerin işçiye açlığı reva görecek kadar “utanç verici” bir duruma nasıl düştükleri, bu sendikaların başındakilerin bulundukları konumları nasıl koruyabildikleridir. İşte bunun için de tarihsel sürece dönüp bakmak, tarihin olumlu ve olumsuz deneyimlerinden dersler çıkarmak gerekir.