Sermayeyle, onun devletiyle uzlaşarak emekçilerin ufkunu daraltan, ‘sömürüye rıza’yı örgütleyen sendikalar, sömürüsüz bir dünya umudu vermek bir yana, emekçileri dünyayı her bakımdan yaşanamaz hale getiren kapitalizmin barbarlığını da kabullendirmeye çalışmaktadır
2022 yılında asgari ücretin ne kadar olacağını belirleyecek komisyon; her gün daha da değersizleşen TL’nin vahim halleri, yükselen fiyatların gün be gün yoksullaştıran kıskaçları, “Faiz insin mi çıksın mı?” soruları ve bakanını bir türlü bulamayan ekonominin başına kimin geçeceği (tek adam rejiminde bunun önemi varmış gibi) tartışmaları arasında, yıllık mutat toplantılarına başladı. İlk toplantının açılışında ise Çalışma Bakanı, asgari ücretin ne kadar olması gerektiğine ilişkin yapılan bir anketin sonuçlarını paylaştı.
Bakan’ın sonuçlarını açıkladığı anketi kim yapmıştır, anket çalışmasında bilimsel metotlar kullanılmış mıdır, ne ölçüde güvenilirdir, bilemiyorum. Yapılan açıklamadan anlaşılan, anketin 26 şehirde, 604 işletmenin işvereni ve işçisiyle yapıldığı. Anket sonuçlarına göre işverenlerin yüzde 34’ü, asgari ücretin ne kadar olması gerektiğine yönelik soruya “3 bin 500 lira ile 3 bin 750 lira arasında” cevabını vermiş. İşverenlerin yüzde 19.3’ü, 3 bin 250 – 3 bin 500 lira, yüzde 13.7’si ise 3 bin 750 – 4 bin lira arasında olması gerektiğini söylemiş.
Mevcut asgari ücret 2 bin 826 TL olduğuna göre, yeni asgari ücretin 4 bin TL olması gerektiğini söyleyen az sayıdaki patronun en “babayiğit” önerisi bile “bin 174 TL’lik artış”a denk geliyor. Bu da yüzde 41.5’lik bir artışa tekabül ediyor. Oysa en temel gıda maddelerinden kiraya, ulaşıma kadar yılın geçtiğimiz 11 ayında gerçek enflasyon yüzde 50’yi çoktan aştı. Yani asgari ücretteki bu “babayiğit” artış önerisi, emekçilerin geçmiş kayıplarını bile karşılamıyor. Kaldı ki sadece kasım ayında TL’nin değer kaybı yüzde 42’yi, 2021 yılının ilk 11 ayında ise 82’yi buldu. İğneden ipliğe, gübreden yeme, bulgurdan nohuta kadar ithalata bağımlı olduğumuz ve bu ürünleri döviz karşılığında aldığımız düşünülürse, TL’deki bu değer kaybının kısa zamanda fiyatlara çok daha fazla yansıyacağını söylemek kehanet olmaz. Bu da asgari ücretin ortalama ücret haline geldiği Türkiye’de emekçilerin olduğundan da büyük ölçülerde yoksullaşacağını gösterir.
Patronların asgari ücret için yoksulluğu derinleştirecek bir artış önermesi, sermayenin tabiatına uygundur kuşkusuz. Ancak ankette işçilerin asgari ücretin ne kadar olması gerektiği sorusuna verdiği yanıt son derece düşündürücüdür (!) Zira -bakanın paylaştığı kadarıyla- ankete katılan işçilerin önemli bir kısmının asgari ücret talebi, patronlarınkiyle hemen hemen aynıdır: İşçilerin yüzde 37.3’ü asgari ücretin 3 bin 750 – 4 bin lira arasında olmasını istemiştir. Yüzde 13’ün talebi ise 4 bin ila 4 bin 500 lira arasındadır.
Anketin bilimselliği, objektifliği konusundaki çekincelerimiz bir yana, emekçiler arasındaki beklentinin ankette ortaya çıkan sonuçlara yakın olduğunu tahmin etmek zor değil. Hele ki konfederasyonların hükümetin emekçileri güvencesizleştiren, yoksullaştıran politikaları gibi asgari ücrette de ‘uzlaşır’ yaklaşımı, işçilerin emeğinin hakkını almaktan uzaklaştırıp onları aza tamah etmeye yöneltmektedir.
Cumhur İttifakı’nın partneri gibi davranan Türk İş ve Hak İş bir tarafa, konfederasyonlar arasında en mücadeleci olan DİSK’in dahi -yoksulluk sınırının 10 bin lirayı aştığı bir dönemde- 5 bin 200 lira olarak açıkladığı asgari ücret talebi, emekçilerin ufkunu daraltmakta, emeklerinin karşılığı olan ve yaşamlarını insanca sürdürebilecekleri bir ücret talebine ket vurmaktadır.
Sermayeyle, onun devletiyle uzlaşarak emekçilerin ufkunu daraltan, “sömürüye rıza”yı örgütleyen sendikalar, sömürüsüz bir dünya umudu vermek bir yana, emekçileri dünyayı her bakımdan yaşanamaz hale getiren kapitalizmin barbarlığını da kabullendirmeye çalışmaktadır. Oysa sendikalardan beklenen, emekçilerin dozu ve düzeyi gittikçe artan bir sömürü düzenine rızasını sağlaması değil; bu düzeni ortadan kaldırıp daha yaşanır bir dünya kurma hedefiyle sermaye ve onun devletine karşı, haklılığı su götürmez bir “sürekli mücadele örgütlemesi” başlatması ve bunu hiçbir koşulda geri adım atmadan sürdürmesidir.