“Karanlıkta yaşayan halk
Büyük bir ışık gördü
Ölümün gölgelediği diyarda
Yaşayanlara bir ışık doldu.”
Chinua Achebe’nin Afrika Üçlemesi’nin ilk ve en önemli kitabı kabul edilen Parçalanma’yı geçen haftalarda tartışmıştık. Bu yazıda da serinin ikinci ve devamı olan “Artık Huzur Yok” romanına eğileceğiz.
İlk bölüm olan Parçalanma’da en derine giderek süreci tartışmaya başlamıştı Achebe. Yani ana kaynaktan, köklerin olduğu köy ve onun çehresinden. Kitabın başat karakteri Okonkwo idi ve hatırlanacağı üzere oğlu Nwoye, sömürgeciler tarafına geçtiği için onu evlatlıktan atmıştı.
Artık Huzur Yok’ta yine bir Okonkwo ile birlikteyiz. Nwoye’nin oğlu Obi Okonkwo üzerinden gelişmeleri izliyoruz bu sefer. Yani iki nesil sonrasına atlayarak 1950’li yıllara geliyoruz. Artık her şeyin değiştiği, beyaz adamın dini ve hükümetinin klanı zayıflatmada çokça başarılı olduğu, sömürgeciliğin her şeyi bütünen kontrol altına aldığı, halkın da buna karşı gelerek bağımsızlık savaşına girdiği bir dönemin hemen ağzında geçiyor Obi’nin hikayesi.
Kitap, Obi’nin yargılanması ile başlıyor ve geriye doğru giderek bu yargılanmanın nedenlerini bize anlatıyor.
Tabi kitabın bütünlüğü ve mesajı açısından bakıldığında, bu girişteki yargılamanın sembolik değeri kanımca kitabın da en mühim kısmı olmaya aday.
Çünkü Achebe bu giriş ve sahne ile iki şeyi yapmak istediğini açıkça gösteriyor:
Birincisi, sömürgeciliği Afrika adına yargılıyor.
İkincisi de kendi içine dönerek yozlaşan, sömürgeciye benzeyen kendi yönleri ile yüzleşip, onunla hesaplaşmak istiyor. Yani kürsüye çıkardığı kendi benliğidir.
Çünkü Obi İngiltere’ye tam da sömürgecinin fantazmalarını çözümlesin ve aldığı eğitim ile bunu tersyüz etsin diye gönderiliyor.
En azından onu eğitim için yollayan köylülerinin kurduğu Umuofia Gelişim Vakfı’nın örtük amacı budur. Avukat olması için yolladıkları Obi, kendi isteğiyle İngiliz Edebiyatı bölümüne geçmiştir. Bu durum, derneğin bursla desteklediği ve büyük beklenti içine girdiği Obi ile ilgili ilk büyük hayal kırıklığıdır.
Kitaba paralel biz de ilk sahneden geriye dönersek; Obi Okonkwo, İngiltere’de bir üniversitede dört yıl okuduktan sonra Nijerya’ya dönen yirmili yaşların ortasında genç bir adamdır.
Obi, Batı kültürünü edinmiştir. Kafasında birçok soru işareti vardır. Modern dünya ile kendi gelenekleri yer yer çatışma halindedir. Mensup olduğu kültür ve ailenin birçok geleneği çok anlamsız ve katı gelmektedir. Onları bir yere oturtmakta zorlandığı gibi, vakit kaybı olarak da görmektedir. İgbo ve İngiliz kültürü ile dili arasında med-cezirler yaşarken kendine yabancılaşma yaşar.
Yüksek bir mevkide memur olarak işe başlayan Obi, her tarafta sıradan hale gelmiş rüşvete son derece karşıdır. Rüşvet almaz, yolsuzluk yapmaz.
Bu karşı olduğu şey çok geçmeden onun yazgısına dönüşür.
Bu yazgının ortasına Clara adlı âşık olduğu kadın oturur. Clara ‘osu’ kabilesindendir ve İgbo kültürüne göre onlarla evlilik olmaz. Obi âşık olduğu Clara için ailesini karşısına alır. Anlamsız bulur bu durumu. Anne ve babası ‘kendileri öldükten sonra bunu yapmasını rica eder, çünkü yaşayabilecekleri/kaldırabilecekleri bir durum olmadığını’ söylerler. Obi durumun ciddiyetini burada hisseder ve krizli süreç çorap söküğü gibi gelir. Borç batağına düşer, işlerini toparlayamaz. Çıkışı tam da karşı olduğu yerde, yozlaşmada bulur. Rüşvet alır, para veremeyenlerle yatar vs.
Zaten Achebe’nin en başta yargıcın ağzından serzenişi de şudur: “Sizin gibi eğitimli, geleceği parlak bir genç adamın bunu nasıl yapabildiğini anlayamıyorum.”
Güçlü bir ahlaki inancı ve iradesi olan Obi artık bir bataklıktadır. Kültürel tuzaklar için yozlaşmayı inkâr takip eder. Sahip olduğu inanç ve ulusun değil artık sömürgenin dayattığı bir atıktır.
Aslında burada bir kader döngüsü var. Büyük dedesi Okonkwo, köye gelen misyonerler sonrası her şeyi ile ‘parçalanıp’, bunu intiharı ile sonuçlandırırken; Obi de şimdi o köye gelenlerin yarattığı zihni dünyada parçalanmaktadır. Oysa Achebe’nin de ifadeleriyle “İnsan, gururu ve ahlaki prensipleri yüzünden balgamını yutmamalıydı.”
Bu yozlaşı, düşüş sömürge sonrası Nijerya’nın tablosu olabilir mi? Evet, gayet öyledir.
Kitapta hikâyenin içine çekildikçe milliyetçilik, çatışma ve öz kimlik gibi birçok konuya yelken açan anlatıcı bizi Afrika ülkelerinin genel durumuna da götürür. Afrika’nın kıyılarında, merkezinde sömürgecilerin yarattığı toplumkırım, her yerde benzer şekildedir. Kendi kurumsallığı ile yerlinin dünyasını yerle bir etmiştir. Örneğin kitapta çok önemli bir karakter olarak yer alan Bay Green, tam da bazı cevapların toplandığı yerdir. Bu karakter İngiltere sömürgeciliğinin yayılmasının ve Nijerya üzerindeki kolonyal tahakkümün bir sonucu olarak Afrika’daki beyaz Avrupalının temsilcisidir. Bay Green, Afrikalıların “tamamen yozlaşmış” olduğuna ve ihtiyaç duydukları medeniyet ile eğitimin de ancak İngilizler tarafından sağlanacağına inanan biridir.
Obi aldığı bir rüşvet sonrası şikâyet edilir ve gözaltına alınır. İşte yargılama süreci, ‘işini bilmeden’ bulaştığı bu düzendir. Obi, kendi trajedisini kendisi hazırlayan biridir.
Kitabın başlarında Londra’da gittiği bir kurumun başkanı ile ‘Meselenin Kalbi’ adlı kitap hakkında edebi bir sohbete dalarlar. Sohbet şöyle ilerler:
“Şimdiye dek bir Avrupalının Batı Afrika üzerine yazdığı tek makul roman, okuduğum en iyi romanlardan biri,” dedi Obi.
Bir an duraksadıktan sonra tekrar düşünüp fikir değiştirmişçesine ekledi: “Fakat mutlu sonla bitişi kitabı neredeyse mahvetmiş.”
Başkan sandalyesinde doğruldu. “Mutlu son mu? Meselenin Kalbi’nden bahsettiğinize emin misiniz? Kitabın sonunda Avrupalı polis intihar ediyor.”
“Belki mutlu son ifadesi çok abartılı oldu, ama başka türlü nasıl açıklayabilirim bilmiyorum. Bir kadına duyduğu aşkla Tanrı sevgisi arasında kalan polis intihar eder. Fazla basit. Trajedi böyle bir şey değildir. Benim köyümde sonradan Hıristiyanlığa geçmiş yaşlı bir adam vardı, birbiri ardına felaketler yaşamıştı. Hayatın, sonu gelmez bir biçimde her seferinde azar azar içilen bir pelin otu kasesine benzediğini söylerdi. O adam trajedinin doğasını anlamıştı.” “Sence intihar trajediyi mahvediyor yani,” dedi başkan.
“Evet. Gerçek trajedi asla çözüme ulaşmaz. Ümitsizce, sonsuza dek sürer. Klasik trajedi çok basittir. Kahraman ölür, bizlerse duygulanmaya zorlanırız. Oysa gerçek trajedi kıyıda köşede, salaş bir mekânda gerçekleşir.”
Bu diyalog, Obi’yi anlatan en iyi pasajdır. Obi kendi ağzından kendisini tariflemektedir, hem de en isabetli şekilde. Hatta yaptığı trajedinin tanımını bizatihi yaşamakla karşı karşıya kalan bir sona sahiptir.
Birçok tema, sembol ve motif etrafında Umuofia’dan başkent Lagos’a uzanan dönüşümün hikayesini ve bunun teşhirini tartışan Achebe, Obi şahsında bizi bir nevi amnestik sendromun tortularında gezdirir. Bir sömürge toplumu olarak biz de payımıza düşeni alırız…