PKK ve PAJK davasından 15 siyasi tutuklu 30 Nisan itibariyle ‘ölüm orucu’na başladıklarını duyurdular. Bilindiği üzere DTK Eşbaşkanı Leyla Güven öncülüğünde başlayan ve zindanlar başta olmak üzere, dünyanın birçok yerinde aylardır devam eden açlık grevi direnişleri var. Ölüm orucu direnişi bu zemin üzerinden gelişiyor ve belli ki artık gündemi belirleyen temel konu oluyor.
Açlık grevleri ile PKK Lideri Abdullah Öcalan üzerindeki tecridin önemli oranda gündemleştiği ve kamuoyunda büyük bir hassasiyetin oluştuğu açık. Başlatılan açlık grevi eylemiyle görüldü ki, tecrit sadece İmralı’da olmayıp, tüm topluma yönelik bir uygulama olarak yürürlüktedir ve her gün yaşamımızı daha fazla tehdit etmektedir. Tam da bu nedenle, her geçen gün artan bir biçimde halk, eylem ve etkinliklerle tecridin kaldırılmasını istemiş, ‘eylemcilerin talebi talebimizdir’ demiştir. Fakat tüm bunlara rağmen, iktidar erki- eylemi kırmak için attığı adımlar dışında- eylemcilerin taleplerine kulak tıkamış, talepleri görmezden gelmiştir.
Bundandır ki ‘ölüm orucu’ kararı alan tutuklular ‘Hiç kimse bizim eylem kararlılığımızı sınamasın’ demekte, ‘14 Temmuz direniş ruhuyla eylemi başarıya ulaştıracağız’ açıklamasında bulunmaktadırlar. 14 Temmuz kararlılığını Kürt kamuoyu yakından hatırlamakta, bu direnişin Kürt özgürlük mücadelesi açısından taşıdığı anlamı bilmektedir. Eylemcilerin aldıkları bu karar ile ‘ya zafer ya zafer’ mesajını verdikleri, artık geri dönüşü olmayan yola girildiği anlaşılmaktadır. Kuşkusuz böyle bir eylem kararına gitmenin, çok ağır gerekçeleri var.
Tutuklular, Abdullah Öcalan’ın son görüşmede belirttiği üzere “tecrit tüm toplumadır, çözümde tecridin yaşamımızdan tümden çıkarılmasındadır’’ diyorlar. Yaşadığımız son seçim sürecinden başlayarak, hayatımızın doğal seyrine dönük iktidar müdahalelerini değerlendirince, yapılan tespitin ne kadar yerinde olduğu görülüyor. İktidar, beka tartışmasıyla gittiği seçim sürecinden büyük bir yenilgi ile çıkmış, iktidarını kaybetmiş fakat geri adım atmak bir yana, ilk iş olarak muhalefet liderine yönelik linç girişiminde bulunmuştur.
Beyan edilenlere bakılırsa, iktidar için baskı ve zor politikaları sıradan rutin uygulamalar olmuş, temel yönetme biçimine dönüşmüştür. İstanbul için ‘son siper’ diyen iktidarın ‘büyük’ ortağı MHP başkanı, seçimi kazanan belediye başkanı için “sandıktan çıksa bile belediye başkanı olmaz’’ belirlemesinde bulunmuş fakat her ne hikmetse hiç kimseden ses çıkmamıştır.
Belli ki tüm bunlar planlı bir oyunun parçasıdır ve iktidarı kaybetmemek için yapılan temelsiz hamlelerdir. İşte tam da bu zeminde, ölüm orucu direnişi gelişmekte ve başta da ifade ettiğimiz üzere artık gündemi belirlemektedir. Şu gerçek artık anlaşılmıştır; İmralı konuşmadığında, Türkiye’de kimse konuşamamakta, İmralı konuştuğunda ise Türkiye’de herkes konuşmaktadır. Geçmiş ‘çözüm süreci’ buna iyi bir örnektir.
Yine İmralı ile bağın kesildiği 5 Nisan 2015’ten bu yana ülkenin içine girdiği derin girdaba bakılırsa, hakikat kendiliğinden görülür. Hayat bize karşı karşıya olduğumuz ikilemi çok net göstermiştir: Ya iktidarın baskısına razı olunup teslim olunacak, bu biçimde kendi değer yargılarından uzak bir yaşam sürdürülecek ya da özgür ve eşit bir yarın için direnilecek, mücadele edilecek.
Bu değerlendirme, birilerine abartılı gelebilir ama onlara göze batan, kulağı sağır eden bir örnek verelim; YSK tarafından adaylığı kabul edilen ve Diyarbakır’ın Bağlar ilçesinde yüzde 70’den fazla oy alan HDP’li Zeyad Ceylan’a mazbatası verilmedi. Onun yerine AKP’li adaya mazbata verildi. Bu örnek sadece Kürdistan’ı ilgilendiriyor gibi görünebilir. Hatta bazı iyimserler zaten ‘Kürdistan’da soykırım hukuku işliyor’ diyebilir.
Bu sayede Türkiye’de durumun görece daha iyi olduğunu varsayabilir. Fakat biz onlara iyi niyetle hatırlatmak isteriz, Bağlar’a ses çıkarılmayan her an, İstanbul’da da benzerinin yaşanmayacağının garantisi yoktur. Bugün görüp yaşadıklarımızın bir kesimi, bir halkı ilgilendirmemektedir, tüm toplumu etkileyen bir süreç yaşanmaktadır. Ki bundan dolayı da mücadelenin kolektif verilmesi, çözümün birlikte örülmesi gerekmektedir. Ölüm orucu direnişçilerinin bu yolda öncülüğe soyundukları tartışma götürmez.
Fakat unutmamamız gereken bir gerçek var. Ölüm orucuna başlayan bu değerli canlar, aylardır açlık grevindeler ve bedenleri oldukça yorulmuş vaziyettedir. Duvarın dışındaki bizlere düşen, onların sırtındaki yükü hafifletmedir. Elbette ki, onlar içerde direnecekler fakat eylemin başarısı kesinkes dışarıda gelişecek halk hareketliliğine bağlıdır. Gelenek bize iktidarların temel korkusunun halk hareketleri olduğunu söylüyor.
Kürdistan ve Türkiye halkı son yerel seçimde, bu tarihi doğruya yakışır bir adım attı ve iktidara gidişinin yakın olduğunu bir kez daha gösterdi. Fakat seçim bu mücadelede sadece bir merhaledir. İktidarı alaşağı edecek esas adım, toplumun tabandan topyekûn ayağa kalkışıdır. Eğer örgütlü davranılırsa faşizmi tümden ülke gündeminden çıkarmak mümkün! Evet ölüm orucu direnişçileri tam da bu amaçla ülke gündemine müdahale ediyor ve şiarı belirliyor: Faşizm tecrit ederek halkları susturmak, iktidarını sürdürmek istiyorsa, tecridi kaldırarak özgür bir yarında yaşamak mümkündür.